Birinci gün (16.07.2010)
Bir tarafta
Akdeniz’in, belki dünyanın en canlı, en yaşayan şehri… Diğer tarafta yıllardır
bu şehre gezilerini erteleyen, karar verip iptal eden saygısız, disiplinsiz ben!
Bir yanda İspanya’nın ikinci büyük şehri, Katalanya’nın
başkenti Barselona, diğer tarafta “laubali” ben.
Neyse ki bu
ertelemelere, “seneye yaza atmalar”a iki öncesinden www.skyscanner.com ‘da rastladığım,
saatleri de çok uygun bir “ucuz bilet” ile son verdim! Aylar öncesinden 330
TL’na (yaklaşık 170 EUR) biletimi aldım, Barcelona hakkında okumaya,
araştırmaya başladım.
İspanya’nın,
Barcelona’yı “hub” olarak kullanan havayolu “Vueling”, biletler en az bir ay
önceden alındığında, uygun fiyatlar sunuyor. Uçuş Sabiha Gökçen’den yapılıyor.
Bu yüzden benim gibi Avrupa yakasında oturanlar için biraz sorunlu. Ancak
tamamen bir tatil gezisi olduğundan, kalkış ve varış, ikisi de gece olduğundan
pek dert etmedim. Vueling, İstanbul’u uçuş noktalarına bir yıldan az bir zaman önce
eklemiş. İstanbul’dan Barcelona’ya direkt uçan diğer havayolu yalnızca Türk
Hava Yolları. Ancak Madrid’den aktarmalı uçmak isterseniz, İspanya hava yolu Iberia,
Vueling’e çok yakın fiyatlar sunuyor.
Kalkış 05.00, Barcelona’ya
varış 07.20. Tatilimi dört tam gün, Cuma-Pazartesi diye planlamıştım. Bu
anlamda uçuş saatleri mükemmel oldu. Perşembe akşamı işten çıkıp, Salı sabahı
işe dönebildim. Gece, oturduğum Sultanahmet’ten Sabiha Gökçen’e, turistik
“shuttle”la ulaştım. Atatürk Havalimanı’na 10 TL / 5 EUR’ya giden bu
minibüsler, Sabiha Gökçen için 10 EUR / 20 TL alıyorlar. Gece olduğundan trafik
yoktu, zamanında havalimanına vardım.
Daha önce
Vueling’le ilgili hiçbir şey duymamıştım. Easyjet, Ryanair, Germanwings, Condor
da Avrupa’nın ekonomik havayolları. Bir ikisiyle uçmuşluğum var. Ayrıca
duyduklarımdan da hiçbir sorun yaratmadıklarını biliyorum. Ancak Vueling benim
için ilk oldu. Giderken de, dönerken de hiçbir sorun yaşamadım. Hava yolu,
kesinlikle Avrupa standartlarında. Yine ucuz hava yollarına özgü sıra dışı
reklam ve promosyon kampanyalarına, uçuş öncesi ve uçuşta aslında hoş olmayan
ama sunuluş biçimi itibariyle insanı gülümseten enteresan uygulamalara,
minimalist şirket yapısına Vueling’de de rastlıyorsunuz.
Kalkış ve iniş tam
saatinde oldu. Güneşin doğuşunu uçaktan izledim.
İspanya’ya.
Dolayısıyla bir yere ilk kez gidiyor olmanın verdiği tedirginliği yaşadım.
İnişten sonra ise tahmin ettiğim gibi, tüm kaygılarım kayboldu.
Barcelona’da uçaktan
indikten sonra duyduğum his tek sözcükle “İtalya” oldu. Orada ne varsa, burada
da var. Yardımseverlik, hafif bir keşmekeş… Tabelaların dilini bilmeseniz de
anlıyorsunuz. İtalya’da olduğu gibi otobüs şoförlerinin çoğu hiç İngilizce
bilmiyor, ancak nereye gideceğiniz, nerede aktarma yapacağınızı, nerede inip, nerede
hangi numaraya bineceğinizi çok güzel anlatıyor. Siz de çok güzel anlıyorsunuz.
Gerçek anlamda
Barcelona’ya, yani şehir merkezine ulaşmam yaklaşık 40 dakika sürdü. Yanlış
hatırlamıyorsam 5.10 EUR’ya bilet aldığım, yine yanlış hatırlamıyorsam A1
numaralı otobüs beni şehrin en büyük meydanı’ya, “Plaça de Catalunya”nın
(Katalanya Meydanı) tam ortasına bıraktı.
Plaça de Catalunya
turistik ve ulaşım anlamında İstanbul’un Taksim meydanı’ndan farksız. Yine,
İstanbul’un “İstiklal Caddesi” diyebileceğim, Barcelona’nın “La Rambla’sı
burada başlıyor. En önemli metro hatları buradaki istasyonda birleşiyor.
Burada biraz oturup
şehrin ilk havasını aldıktan sonra metroyla hostel’imin bulunduğu Clot’ya
gittim.
Hostel’i
internet’ten seçmiş, www.hostelbookers.com
‘daki fotoğraflar dışında hiçbir şeyi referans almamıştım. Ancak çok doğru bir
seçim yaptığımı daha sonra gördüm. Metroyla kolayca merkeze ulaşabileceğiniz
“Barcelona Urban Hostel”den tekrar söz edeceğim.
İngilizce, İspanyolca,
Fransızca, Portekizce konuşan, hostel’in İtalyan resepsiyoncusu, 12’den önce
check-in yapamayacağımı söyledi. Peki dedim. Sırt çantamı emanete bırakıp,
Plaça de Catalunya’ya yürümeye karar verdim.
Yolda kısa bir süre
kayboldum, bu sırada şehrin simgelerinden biri olan “Sagrada Familia”nın
önünden geçtim. Amacım meydana ulaşmak olduğundan tek tepkim kafamı çevirip
şöyle bir bakmak oldu. Kilisenin önemini bir sonraki gün anlayacaktım!
Dediğim gibi… La
Rambla, Barcelona’nın İstiklal Caddesi. Hatta boydan boya yürüdükten sonra,
İstiklal Caddesi’nin son yıllarda yeniden düzenlenmesinde, gelişmesinde La
Rambla’nın örnek alındığını sık sık düşündüm. İstiklal Caddesi’nden farklı
olarak ortadaki geniş yürüme yolunun sağında ve solunda karşılıklı trafik akıyor.
Burada bir sürü markanın mağazalarını bulabiliyorsunuz. En az o kadar da
restaurant var.
La Rambla’nın bana
sürprizi, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan, içine girince kaybolduğum
meyve pazarı oldu
Cadde, İstiklal’e
benzemeye devam ediyordu. Şimdi de bir nevi Balık Pazarı! Burada da meyveyle
birlikte bin bir çeşit deniz ürünü bulunabiliyor. Ancak sokak biçiminde uzun
değil, kapatılmış bir çarşı biçiminde düzenlenmiş. Girişte bir sürü meyve var.
Fiyatlar Türkiye’yle aynı, ya da daha ucuz. Ayrıca tropik meyveleri de bulmak
mümkün. Tadını pek alamadığım, hiçbir şey anlamadığım pembe renkte tuhaf meyveler
yedim. Buradaki 1 TL’na ananas dilimi gibi, orada da plastik kaba koymuşlar, 1
EUR’ya satıyorlar. Ancak boyu bizdekinin en az 4 katı, dolayısıyla o da ucuza
geliyor.
Bin bir çeşit deniz
ürününden bahsetmek uzun sürer. Ne olduğunu bilmediğim, ilk kez orada gördüğüm
bir sürü şey var. Midyenin bu kadar çok çeşiti olduğunu, karidesin bu kadar boy
seçeneği olduğunu bilmiyordum!
Kocaman ananas
paketlerinden alıp, La Rambla’ya geri döndüm, çok fazla oyalanmadan diğer
tarafına yürüdüm.
La Rambla, “Rambla
de Mar” (Denizin Rambla’sı) ile sona eriyor. Burada da deniz başlıyor zaten.
Fark etmedim ama
Barcelona’daki ilk günümde epey yoruldum. Kayda değer hiçbir şey yaptığımı,
hiçbir yere gittiğimi söyleyemem. Ancak güneş batarken yürümekte zorlanıyordum.
Deniz kıyısında kısa bir yürüyüşten sonra, dar sokaklardan Katalanya
Meydanı’na, oradan metroyla hostel’e döndüm.
İkinci gün
(17.07.2010)
Barcelona’daki
ikinci günüm erken başladı. 9’da hostel’in 3. kattaki kahvaltı salonundaydım. Kahvaltı
hakkında hiçbir şey söylemek istemiyorum, çok kötüydü. Bu anlamda da bana
İtalya’nın vermiş olmak için verilen “kahvaltı”larına hatırlattı. Bunun dışında
hostel’de kötü olan hiçbir şey yoktu, bu yüzden çok takılmadım. Her gün bir de
dışarıda kahvaltı yaptım.
İkinci gün yine La
Rambla’yla başladı. Ancak bu kez hostel’de tanıştığım Avusturyalı grupla
birlikte. Bir kısmı, önceki gün ziyaret etmiş, ancak biri Amerika’lı diğeri
Avusturyalı çift bugün ilk kez gidiyorlarmış. Yolda ilişkilerinin nasıl
yürüdüğünü sordum, sık sık birbirimizi ziyarete gidiyoruz dediler. Buna çok
şaşırdım. Ancak şaşırdım böyle bir şeye nasıl “katlanabildikleri” değil, bütün
bu iletişim, ulaşım teknolojilerinin geldiği noktaydı.
Dayanamadım, bütün
grubu olduğu gibi meyve pazarına soktum. 1 EUR’lik ananas paketinden aldım, üzerine
yine 1 EUR’ya sıkma portakal suyu içtim.
Bu arada yol
boyunca bütün sokak sanatçılarının önünde durduk. La Rambla’nın en meşhur şeyi
bunlar. İnsanlar bin bir çeşit dekorasyonla sokakta para topluyorlar. Sokak
müzisyeni yok denecek kadar az. Ancak özellikle kendini heykel gibi boyayanlar,
ani hareketlerle izleyenleri şaşırtanlar sayılamayacak kadar çok. Bunlar önemli
bir kısmı yabancı. Zenci ve Uzakdoğulu çok vardı.
En ilginci caddenin
sonuna doğru peydah olan “bul karayı al parayı”cılar. İspanyolca konuşuyorlar.
Ancak bağırıp çağırmalarından, ses tonlarından, tiplerinden anladığım kadarıyla
hepsi Balkan göçmeni. Ortada bir adam fincanları oynatıyor, etrafında toplanmış
3-4 “ortağı” da numaradan fincanların altındaki topları “buluyor”. Görüntüde
inanılmaz kolay, kazanmamak işten değil. Ancak kendilerinden olmayan birinin,
özellikle bir turistin dikkatini çektiler mi her şey değişiyor. Ortakların kısa
sürede 15, 20, 50 EUR kazandıklarını gören turistler 10 ya da 20 EUR yatırıp
başlıyor ve tahmin edeceğiniz gibi hemen kaybediyorlar.
Bu kadar bağırış
çağırışın arasında, herhalde birileri “cepçi” dedim, çok dikkatli oldum. Ancak
galiba curcuna yalnızca bu gösteriden ibaret. Turistlerin para kaybetmeleri de
“kazıklanmak” değil, gösteriye dahil olma, gösteriyi yaşama bedeli hissi
uyandırıyor.
Caddeyi yine deniz
tarafında bitirip, yine Rambla de Mar üzerinden plaja yürüdük.
Plajlar,
Barcelona’da en çok şaşırdığım şey oldu. Havaalanından itibaren büyük bir şehir
başlıyor, ardından sanayi bölgesi sayılabilecek bir bölge, hemen arkasından
büyük binalar, iş merkezleri, ardından tıklım tıklım şehir merkezi, turistik
bölge geliyor… Ancak tüm bu curcunayı geçtiğinizde, inanılmaz bir kumsala
ulaşıyorsunuz. Hemen ilerisinde büyük sayılabilecek bir liman olmasına karşın,
deniz tertemiz.
Birkaç kişiye
sordum, burada Barcelona’ya özel farklı bir arıtma sistemi olduğunu, limanın
pisliğinin plajlara ulaşamadığın anlattılar. Ne kadar doğru bilmiyorum. Belki
de doğal bir akıntı plajlardan limana sürekli hareket halinde. Ancak bir
şekilde bu İstanbul’a uygulanabilirse ortaya çıkacak gelişmeyi düşünemiyorum.
Plaj tamamen kumdan
oluşuyor. Cumartesi olmasına karşın, rahatsız edecek bir kalabalık yoktu. En az
İspanyol kadar yabancı var. Deniz Antalya, Alanya’nın olduğu bölgenin hemen
hemen aynısı. Girer girmez hızla derinleşiyor. Su çok tuzlu, ancak çok temiz. Zaten
Barcelona, İspanya’nın en güzel, en popüler kumsallarının olduğu Costa
Brava’nın güneyinde, hemen bittiği yerde.
Bu arada
internet’te epey bir şey araştırdıktan, fotoğraflarına baktıktan sonra, bir
sonraki sefere Costa Brava’ya özel bir gezi yapmaya karar verdim!
Plajda gözlerim
kapalı güneşlenirken, günün bombası geldi. Kafamın hemen sağ üstünde Rusça bir
muhabbet! Ruslar her yerde sözü, her an tekrar ediyor. En son İtalya’nın
İtalyan’dan başka kimsenin gitmediği küçücük kasabası Vernazza’da kumsalda
yatarken aynı olayın başıma gelmiş olması şaka gibiydi. Olay tekerrür etti.
Şaka maka Ruslar
gerçekten her yerde. Rus oligarkları ve 90’dan sonra hızla zenginleşenleri zaten
saymıyorum. Ancak ortalama gelir düzeyindeki vatandaşı da öncelikleri arasına
seyahati koyuyor. Burada ilgimi çeken nokta, Türkiye’nin bu durumdan hala uzak
olması. Görece Türkiye ekonomisi son yıllarda Rusya’yla aynı paralelde yükseliyor.
Ancak bu Türkiye’ye ne yazık ki sıfır arabalar, yabancı fastfood, kahve
zincirleri, daha pahalı giysiler olarak yansıyor…
Gördüğünüz gibi
kumsalda güneşlenirken epey düşünmeye, dünya işlerine kafa yormaya fırsatım
oldu.
Akşam sekize kadar
kumsaldaydık. Ayrılırken hava hala gündüz gibi aydınlıktı.
Hostel’de “Sangria
gecesi” varmış. Sangria nedir? O bölgenin popüler bir içeceği… bir tür meyveli
şarap. Kokteyl biçiminde hazırlanıyor. Şarapla birlikte rom da katılıyor.
Hostel’in sangria gecesinde, kendi sangria’nızı yapıyorsunuz. Şarapla birlikte
bol miktarda şeker katılıyor. bu yüzden sarhoş etmesi muhtemel, özellikle kötü
kalitede şarapla yapıldığında.
Sangria gecesi
hostel’in teras biçiminde hazırlanmış 3. katında devam etti. Buranın en ilginç
özelliği, yine Barcelona’nın simgelerinden olan “Torre Agbar” gökdelenine
bakması. Özellikle gece, binanın
ışıkları yandığında, bu inanılmaz bir görüntü oluşturuyor. Torre Agbar, içinde
ofisler bulunan 33 katlı bir bina. Hostel’in de bulunduğu Clot semtinde.
Bu arada yeri
gelmişken, Barcelona’ya giderseniz mutlaka Barcelona Urbany Hostel’de kalmanızı
tavsiye ederim. www.hostelbookers.com
‘daki fiyatı gecelik 24 EUR. Odalar gerçekten modern ve kullanışlı tasarlanmış.
Çok temiz. Terasla birlikte dikkat çeken diğer aktiviteler ücretsiz internet
(bilgisayarlar yeterli sayıda), yüzme havuzu, odalarda tuvalet ve duş…
Hostel’in birkaç şehirde daha şubesi var.
Üçüncü gün
(18.07.2010)
Şehirdeki üçüncü
günümü “Gaudi günü” ilan ettiğimden, kendi yaptığım sangria’nın da büyük
katkılarıyla, erkenden uyudum. Niyetim sabah çok erken kalkıp, yola koyulmaktı.
Ertesi gün 8’de
uyandım. Bir önceki gün odama “konuşlanan” kalabalık Brezilyalı grup ortalarda
yoktu. Refleksle gözlüğüme, telefonuma baktım yerindeydiler… Yeri gelmişken
söyleyeyim, hostel’in güvenlik konusunda da hoş bir uygulaması var. Odalarda
yatak sayısı kadar dolap bulunuyor ve bunlar yalnızca girişte bize veriler
kartlar okutularak açılabiliyor. Büyüklükleri iyi, büyük bir bavul rahatlıkla
sığabilir.
Birçok gezgin,
artık hostel’lerde kalmayı, odasını paylaşmayı çok doğal bulur. Ancak bir o
kadar da bu fikre soğuk bakanlar var. Yazılarımda yeri geldikçe değindiğim
gibi, hostel’le ilgili kafanızdaki önyargıları unutun. Uzun yıllardır
hostel’lerde kalıyorum, ne bir şeyim çalındı, ne odama bıçaklı katiller girdi.
Zaten belli bir kitlenin tercihiyle sınırlı olduğundan, “kötü niyetli insanlar”
hostel’lerde yok denecek kadar az.
Tabii bu,
hostel’lerdeki kahvaltının korkunç olabileceği gerçeğini değiştirmiyor! Üçüncü
günümde de kahvaltıyı dışarıda yaptım, Gaudi günü’me başladım.
İlk durağım, birinci
gün önünden geçtiğim, fakat farkına varmadığım “Sagrada Familia” oldu. Burası
bir kilise. Adını Türkçeye çevirirsek: “Kutsal Aile”. Sıradışı görünümü,
Gaudi’ye özel mimarisi onu Barcelona’nın çok sayıdaki simgelerinden biri
yapıyor. Ancak bence en ilginç özelliği tamamlanmamış ve 2041, yazım hatası
değil 2041 yılına kadar tamamlanmayacak olması. Gaudi’nin uzun yıllar
planlarını çizdiği, bütün parasını harcadığı ve yapımı sırasında yaşamını
yitirdiği Sagrada Familia’nın bugün yalnızca çok küçük bir kısmı tamamlanmış. Uzmanlar,
Gaudi’nin planlarına göre yapımı sürdürüyorlar. Bu kadar uzun sürecek olmasının
nedeni, çizimlerin doğru yorumlanıp, doğru biçimde inşa edilmesinin zahmetli bir
süreç olması.
Bu arada Gaudi kimdir?
Antonio Gaudi, İspanya’nın yetiştirdiği önemli kişilerden, mimar. “Art Nouveau”
akımının öncüsü olarak kabul ediliyor ve özellikle Barcelona’da çok sayıda
yapıtı var.
Wikipedia’da Gaudi:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Antoni_Gaudí
İspanya’nın resmi Gaudi’nin
sitesi: http://gaudicentre.cat/
Gaudi günüm,
mimarın sivil mimari örnekleriyle devam etti. Sagrada Familia’ya yürüme
mesafesindeki Casa Mila, bence en enteresan olanıydı. Zamanında özel kullanım
için yapılan bu bina, bugün de aynı amaçla kullanılıyor. Ancak binanın içi ve
terasını kapsayan giriş ücreti 11 EUR. Çok istememe karşın, biraz da protesto
havasında içeri girmedim. Casa Mila, 1906-1910 yılları arasında yapılmış. Yine
“Art Nouveau”nun önemli bir örneği.
Hemen ilerisinde
Casa Battlo bulunuyor. Bu binanın yapımı da 1898 yılında başlayıp, 1906’da
tamamlanmış. Zaten Casa Mila, Casa Battlo’yu beğenen bir zengin tarafından
sipariş verilerek yaptırılmış.
Gaudi günümde, bir
sonraki durak olarak Park Guell’i belirlemiştim. Yazımda sürekli “Barcelona’nın
simgelerinden biri…” diyorum. Gerçekten şehrin simgesi diyebileceğim bir çok
yapı var. Ancak en çok kullanılan ve kabul edileni sanırım Park Guell’deki ejderha
heykeli. Ben de bu en önemli “şey”i en sona bırakmıştım, saat 12’yi geçip,
güneş yavaş yavaş alçalmaya başlarken, Park Guell’e doğru yola koyuldum.
Parkın bulunduğu
semt uzak. Metroyla gidiliyor. Ancak oraya vardıktan sonra da epey yürümek zorundasınız.
Üstelik yokuş yukarı! Neyse ki, yolun önemli bir kısmına yürüyen merdiven
yapmışlar. Evet, yokuş yukarı bir yol çıkıyor, ve sokağın ortasında yürüyen
merdivenler var. Gökyüzünün altında… Demek ki yağmurdan vs. etkilenmiyor. Bir
süre sonra teknoloji bitiyor, ve “yürümeye” devam ediyorsunuz. Neyse ki yokuş
boyunca Uzakdoğulu bir öğrenci grubuna karıştım da, sıkılmadan yolu bitirdim.
Park Guell’de
yaşadığım ilk duygu, hayal kırıklığı. Kesinlikle turistik bir yere benzemiyor.
Ancak parka girip dar ve ıssız patikadan bir süre daha çıktığınızda geniş
meydana varıyorsunuz. Burada oturulacak beton bölümün üzerine tamamen mozaik
kaplanmış. Bu da “sıkıcı” parkı inanılmaz eğlenceli hale getirmiş. Bu noktadan
şehri tepeden izliyorsunuz. Günlerdir tek tük, binaların arasından, dar
sokaklardan gördüğüm gökdelenleri, kilise kulelerini, buradan toplu halde
görmek olası.
Günlerdir yanıp
tutuştuğum ejderha heykelinin yanına vardığımda ise ikinci hayal kırıklığını
yaşadım. Bu küçücük, kuru, kavruk heykel nasıl oluyor da bir şehrin simgesi
olabiliyordu? Sanırım reklam kampanyaları burada Barcelona’nın önüne geçmiş.
Heykelin önünde fotoğraf çektirmek istedim, uzun bir kuyruk vardı! Vazgeçtim,
yoluma devam ettim.
Barcelona’da
sürekli sokaklarda bir şeyler yapan, gösteri sunup para toplayana rastladım.
Bir sürü yerde örneklerini gördüğümden, hiçbirinin beni çok şaşırttığını
söyleyemem. Ancak Park Guell’in çıkışında gösterisini yapan bir kız karşısında
şoke oldum. Dansöz kız kırmızı dansöz kıyafetini giymiş, sokağın ortasında
oryantel gösterisini sunuyordu!
Dönüşte yemek
yerken, ertesi günün planlarını yaptım. Barcelona’da geriye tek bir önemli
bölge kalmıştı: Montjuic!
Dördüncü gün
(19.07.2010)
Şehirdeki dördüncü
ve son günüme yine erken başladım.
İşle ilgili
tanıdığım, Barcelona’da kuyumculuk makineleri üretip dünyaya satan, bu zamana
kadar yalnızca İstanbul’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde fuarlarda karşılaştığım
“arkadaşım” Eduardo’yu yerinde ziyaret ederek güne başladım. Tırnak işareti
kullanıyorum, çünkü Eduardo Gracia sanırım 80 yaşın üzerinde. Çoktan emekli
olup “küçük bir sahil kasabasına” yerleşmesi gerekirken, bu dev sahil kentinde
kalıp çalışmaya devam ediyor. Sahibi olduğu firma, dediğim gibi kuyumculuk
üretiminde kullanılan makineleri yapıyor. Tüm dünyayla birlikte Türkiye’de de birçok
müşterisi var.
Eduardo’nun
ofisinde epey oyalandıktan, ve işlerle ilgili bir sürü şey konuştuktan sonra,
öğlen yemeğine çıktık. Yürüyerek 30 dakika süren yol, arabayla 10 dakika
sürmedi, plajların bulunduğu bölgede, her gün yemek yedikleri restauranta
geldik. Az önce sanayi bölgesindeyken 10 dakikada insanların plajda voleybol
oynadığı, canlı müzikle birlikte balık yenilen bir yere gelmek, beni gerçekten
çok etkiledi. Hep derim, İstanbul’la boy ölçüşebilecek güzellikte bir şehir varsa
Barcelona’dır diye. İşte orada anladım bunu.
Üç kişi epey bir
şeyler yedik. Çorba, karışık yemek, tatlı, midye, ismini bilmediğim bir sürü
İspanyol yemeği. Eduardo 30 EUR hesap verdi. “Neden ucuz?” dedim. “Burada neden
ucuz diye sorma, kimseye de söyleme” dedi!
Yemekten sonra
arabayla beni Montjuic’e bıraktılar. Bu Barcelona’nın kuzeyindeki bir bölgenin
adı… Son yüz yıl içinde gelişmiş bir yer olsa da, aslında tarihi çok eskilere
dayanıyor. Burada yerleşim birkaç bin yıl önce, “İberya keltleri” ile başlamış.
1929 yılında
Barcelona’da yapılan Dünya Fuarı ve 1992 Olimpiyatları için bu bölgenin önemli
yapılar barındırması nedeniyle, epey gelişmiş.
Montjuic’deki en
önemli yapı “Palau Nacional” yani Ulusal Saray. Çevresindeki “Montjuic
Bahçeleri” de kesinlikle görmeye değer.
Ancak oraya
gitmemin asıl nedeni bambaşkaydı. Montjuic’de yer alan ve etrafı surlarla
kapatılmış “Poble Espanyol”. Basit biçimde, İspanya çevresindeki yerel
mimarinin örneklerin kurulduğu bir alan diyebiliriz buraya. Ancak evler gerçek
boyutlarında hazırlanmış ve hepsinin girişinde gerçekten turistlere satış yapan
dükkanlar, restaurantlar var. Tahmin
edeceğiniz gibi, özellikle Katalanya mimarisi ön planda. Ancak Endülüs ve Aragon
bölgelerinden de bir çok örnek var. Poble Espanol sizi bambaşka diyarlara
götürüyor. Burayı “keşfetmem” çok ilginç oldu. Daha İstanbul’dayken, işyerinden
komşum nalbur dükkanının sahibi Metin Abi’ye Barcelona’ya gideceğimi
söylediğimde “mutlaka Poble Espanyol’a git” dedi. O kadar ısrarlı söyledi ki,
aklıma takıldı kaldı. Çok haklıymış, burası insanı başka diyarlara götürüyor!
Poble Espanyol da
1929 yılındaki Dünya Fuarı için yapılmış. Bu organizasyonun bitmesinin ardından
kaldırılması planlanıyormuş. Ancak çok sevilmiş ve olduğu gibi bırakılmış. 42.000
m2’ye kurulu 117 yapıdan oluşuyor.
Giriş ücreti 8
EUR’ydu. Biraz çekinerek verdim, ancak sonuna kadar hak ediyor. Hatta
söyleyebilirim ki, Casa Mila’nın girişi 11 EUR ise, buranın 100 EUR’dan aşağı
olmaması gerekiyor! Tabii bundan çıkartacağımız anlam, Casa Mila’nın girişinin
1 EUR olması gerektiği…
Poble Espanyol
resmi web sitesi: www.poble-espanyol.com
Montjuic’deki
yolculuğum Plaça d’Espanya’yla devam etti. Burası, pek çok büyük yapıya ev
sahipliği yapan bir meydan. Bunlardan en çok dikkat çekeni Venedik’teki St. Marco
Meydanı’ndaki büyük bazilikadan örnek alınarak yapılan Venedik Kuleleri. Yine
1929 yılı için yapılmışlar ve Venedik’teki gibi bir değil, iki kule var.
Hemen karşısında
ise “Arenas de Barcelona” yükseliyor.
Barcelona’daki son
günümde akşam olurken, akvaryum kapanmadan yetişmek umuduyla sahile geri
yürümeye başladım. Tüm gezim boyunca olduğu gibi bu uzun yolda yine dondurma
yemeyi ihmal etmedim.
Orijinal adıyla
“L’aquarium Barcelona”, İstanbul’a yeni gelen dev akvaryumların bir benzeri.
Daha önce Cenova’da denk gelmiştim, 17 EUR’luk giriş parası çok yüksek
geldiğinden girmemiştim. Ancak bu kez ne yapıp edip girecektim! Neyse ki
kapanmadan yetiştim. Giriş burada da 17 EUR’ymuş.
L’aquarium
Barcelona, 35 akvaryumdan oluşuyor. Bunlardan biri dev boyutlarda, içinden
geçen tünellerde yürüyebiliyorsunuz. 450 çeşitte, toplam 11.000 hayvan
barındırıyor. Çeşit çeşit
balıkların yanında denizatı, ıstakoz, midye gibi deniz canlıları var. Çeşitliliğe
karar verilirken, Akdeniz sualtı yaşamı temel alınmış. Az önce sözünü ettiğim
tünel, toplam 80 metre. Buraya yürüyen bir bant yerleştirilmiş. Dolayısıyla
karmaşa oluşmuyor, bir yerde az ya da fazla kalmanız söz konusu değil. Hızı çok
iyi ayarlanmış bantın üzerinde durup, içinden geçtiğiniz dev akvaryumu izlemek
kalıyor size. Burada en çok dikkati çeken iki tür, köpekbalığı ve dev vatozlar.
Giriş ücretine
değer mi derseniz, bence burası için de ücret çok fazla.
L’aquarium
Barcelona resmi web sitesi: www.aquariumbcn.com
Barcelona’daki son
günüm biterken sırt çantamı almak üzere hostel’e döndüm. Dönüş uçağının
saatinin çok iyi olduğunu, bu sayede şehirde dört tam gün geçirebileceğim
söylemiştim. 23.55’teki uçağa yetişmek için Katalanya Meydanı’nda yemek yiyip 22.00’da
gelirken bindiğim otobüsle havaalanına döndüm.
Vueling’le dönüşte
de bir sorun yaşamadım. Uçak zamanında indi. Havaş servisinde eve gitmek üzere
Taksim’e doğru yol alırken gerçekten mutlu olduğumu fark ettim. Yalnız yapılan
seyahatler genellikle sıkıcı olur. Dönüşte sanki hiç olmamış gibidir, çünkü
yıllar sonra geziyi konuşup güleceğiniz birisi yoktur. Ancak Barcelona’da çok
eğlendim. Üstelik bu ruh durumum ya da şehirde ilgi alanlarımda olan bir
yerleri ziyaret ediyor olmamdan değil, tamamen Barcelona’nın kendisinden
kaynaklanıyordu.
Ayrıntılı bilgi
için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Barselona
(Wikipedia’da Barcelona)
http://www.barcelona.com/ (Barcelona
hakkında otel, bilet vs. bulabileceğiniz ticari bir web sitesi)
http://www.turkishairlines.com/tr-TR/destination_guides/city_guide.aspx?kod=BCN
(Türk Havayolları’nın Barcelona şehir rehberi)
http://www.fcbarcelona.com/ (Barselona
Futbol Kulübü’nün resmi web sitesi)
(Bu yazı Sırt Çantam web sitesinde yayımlandı.)
http://www.olympos.com.tr/?p=687
http://www.olympos.com.tr/?p=710
http://www.olympos.com.tr/?p=730
http://www.olympos.com.tr/?p=765
http://www.olympos.com.tr/?p=687
http://www.olympos.com.tr/?p=710
http://www.olympos.com.tr/?p=730
http://www.olympos.com.tr/?p=765
ne güzel ,akıcı,samimi anlatmış.Barcelonaya bu yaz ailemle gitmeyi düşünüyordum,kesinleştirdim
YanıtlaSil