27.12.11

Barcelona, İspanya (Temmuz 2010)

Birinci gün (16.07.2010)
Bir tarafta Akdeniz’in, belki dünyanın en canlı, en yaşayan şehri… Diğer tarafta yıllardır bu şehre gezilerini erteleyen, karar verip iptal eden saygısız, disiplinsiz ben!

Bir yanda  İspanya’nın ikinci büyük şehri, Katalanya’nın başkenti Barselona, diğer tarafta “laubali” ben.
Neyse ki bu ertelemelere, “seneye yaza atmalar”a iki öncesinden www.skyscanner.com ‘da rastladığım, saatleri de çok uygun bir “ucuz bilet” ile son verdim! Aylar öncesinden 330 TL’na (yaklaşık 170 EUR) biletimi aldım, Barcelona hakkında okumaya, araştırmaya başladım.

İspanya’nın, Barcelona’yı “hub” olarak kullanan havayolu “Vueling”, biletler en az bir ay önceden alındığında, uygun fiyatlar sunuyor. Uçuş Sabiha Gökçen’den yapılıyor. Bu yüzden benim gibi Avrupa yakasında oturanlar için biraz sorunlu. Ancak tamamen bir tatil gezisi olduğundan, kalkış ve varış, ikisi de gece olduğundan pek dert etmedim. Vueling, İstanbul’u uçuş noktalarına bir yıldan az bir zaman önce eklemiş. İstanbul’dan Barcelona’ya direkt uçan diğer havayolu yalnızca Türk Hava Yolları. Ancak Madrid’den aktarmalı uçmak isterseniz, İspanya hava yolu Iberia, Vueling’e çok yakın fiyatlar sunuyor.

Kalkış 05.00, Barcelona’ya varış 07.20. Tatilimi dört tam gün, Cuma-Pazartesi diye planlamıştım. Bu anlamda uçuş saatleri mükemmel oldu. Perşembe akşamı işten çıkıp, Salı sabahı işe dönebildim. Gece, oturduğum Sultanahmet’ten Sabiha Gökçen’e, turistik “shuttle”la ulaştım. Atatürk Havalimanı’na 10 TL / 5 EUR’ya giden bu minibüsler, Sabiha Gökçen için 10 EUR / 20 TL alıyorlar. Gece olduğundan trafik yoktu, zamanında havalimanına vardım.



Daha önce Vueling’le ilgili hiçbir şey duymamıştım. Easyjet, Ryanair, Germanwings, Condor da Avrupa’nın ekonomik havayolları. Bir ikisiyle uçmuşluğum var. Ayrıca duyduklarımdan da hiçbir sorun yaratmadıklarını biliyorum. Ancak Vueling benim için ilk oldu. Giderken de, dönerken de hiçbir sorun yaşamadım. Hava yolu, kesinlikle Avrupa standartlarında. Yine ucuz hava yollarına özgü sıra dışı reklam ve promosyon kampanyalarına, uçuş öncesi ve uçuşta aslında hoş olmayan ama sunuluş biçimi itibariyle insanı gülümseten enteresan uygulamalara, minimalist şirket yapısına Vueling’de de rastlıyorsunuz.

Kalkış ve iniş tam saatinde oldu. Güneşin doğuşunu uçaktan izledim.

İspanya’ya. Dolayısıyla bir yere ilk kez gidiyor olmanın verdiği tedirginliği yaşadım. İnişten sonra ise tahmin ettiğim gibi, tüm kaygılarım kayboldu.

Barcelona’da uçaktan indikten sonra duyduğum his tek sözcükle “İtalya” oldu. Orada ne varsa, burada da var. Yardımseverlik, hafif bir keşmekeş… Tabelaların dilini bilmeseniz de anlıyorsunuz. İtalya’da olduğu gibi otobüs şoförlerinin çoğu hiç İngilizce bilmiyor, ancak nereye gideceğiniz, nerede aktarma yapacağınızı, nerede inip, nerede hangi numaraya bineceğinizi çok güzel anlatıyor. Siz de çok güzel anlıyorsunuz.

Gerçek anlamda Barcelona’ya, yani şehir merkezine ulaşmam yaklaşık 40 dakika sürdü. Yanlış hatırlamıyorsam 5.10 EUR’ya bilet aldığım, yine yanlış hatırlamıyorsam A1 numaralı otobüs beni şehrin en büyük meydanı’ya, “Plaça de Catalunya”nın (Katalanya Meydanı) tam ortasına bıraktı.

Plaça de Catalunya turistik ve ulaşım anlamında İstanbul’un Taksim meydanı’ndan farksız. Yine, İstanbul’un “İstiklal Caddesi” diyebileceğim, Barcelona’nın “La Rambla’sı burada başlıyor. En önemli metro hatları buradaki istasyonda birleşiyor.


Burada biraz oturup şehrin ilk havasını aldıktan sonra metroyla hostel’imin bulunduğu Clot’ya gittim.
Hostel’i internet’ten seçmiş, www.hostelbookers.com ‘daki fotoğraflar dışında hiçbir şeyi referans almamıştım. Ancak çok doğru bir seçim yaptığımı daha sonra gördüm. Metroyla kolayca merkeze ulaşabileceğiniz “Barcelona Urban Hostel”den tekrar söz edeceğim.

İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Portekizce konuşan, hostel’in İtalyan resepsiyoncusu, 12’den önce check-in yapamayacağımı söyledi. Peki dedim. Sırt çantamı emanete bırakıp, Plaça de Catalunya’ya yürümeye karar verdim.

Yolda kısa bir süre kayboldum, bu sırada şehrin simgelerinden biri olan “Sagrada Familia”nın önünden geçtim. Amacım meydana ulaşmak olduğundan tek tepkim kafamı çevirip şöyle bir bakmak oldu. Kilisenin önemini bir sonraki gün anlayacaktım!

Dediğim gibi… La Rambla, Barcelona’nın İstiklal Caddesi. Hatta boydan boya yürüdükten sonra, İstiklal Caddesi’nin son yıllarda yeniden düzenlenmesinde, gelişmesinde La Rambla’nın örnek alındığını sık sık düşündüm. İstiklal Caddesi’nden farklı olarak ortadaki geniş yürüme yolunun sağında ve solunda karşılıklı trafik akıyor. Burada bir sürü markanın mağazalarını bulabiliyorsunuz. En az o kadar da restaurant var.
La Rambla’nın bana sürprizi, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan, içine girince kaybolduğum meyve pazarı oldu




Cadde, İstiklal’e benzemeye devam ediyordu. Şimdi de bir nevi Balık Pazarı! Burada da meyveyle birlikte bin bir çeşit deniz ürünü bulunabiliyor. Ancak sokak biçiminde uzun değil, kapatılmış bir çarşı biçiminde düzenlenmiş. Girişte bir sürü meyve var. Fiyatlar Türkiye’yle aynı, ya da daha ucuz. Ayrıca tropik meyveleri de bulmak mümkün. Tadını pek alamadığım, hiçbir şey anlamadığım pembe renkte tuhaf meyveler yedim. Buradaki 1 TL’na ananas dilimi gibi, orada da plastik kaba koymuşlar, 1 EUR’ya satıyorlar. Ancak boyu bizdekinin en az 4 katı, dolayısıyla o da ucuza geliyor.



Bin bir çeşit deniz ürününden bahsetmek uzun sürer. Ne olduğunu bilmediğim, ilk kez orada gördüğüm bir sürü şey var. Midyenin bu kadar çok çeşiti olduğunu, karidesin bu kadar boy seçeneği olduğunu bilmiyordum!

Kocaman ananas paketlerinden alıp, La Rambla’ya geri döndüm, çok fazla oyalanmadan diğer tarafına yürüdüm.

La Rambla, “Rambla de Mar” (Denizin Rambla’sı) ile sona eriyor. Burada da deniz başlıyor zaten.
Fark etmedim ama Barcelona’daki ilk günümde epey yoruldum. Kayda değer hiçbir şey yaptığımı, hiçbir yere gittiğimi söyleyemem. Ancak güneş batarken yürümekte zorlanıyordum. Deniz kıyısında kısa bir yürüyüşten sonra, dar sokaklardan Katalanya Meydanı’na, oradan metroyla hostel’e döndüm.



İkinci gün (17.07.2010)
Barcelona’daki ikinci günüm erken başladı. 9’da hostel’in 3. kattaki kahvaltı salonundaydım. Kahvaltı hakkında hiçbir şey söylemek istemiyorum, çok kötüydü. Bu anlamda da bana İtalya’nın vermiş olmak için verilen “kahvaltı”larına hatırlattı. Bunun dışında hostel’de kötü olan hiçbir şey yoktu, bu yüzden çok takılmadım. Her gün bir de dışarıda kahvaltı yaptım.

İkinci gün yine La Rambla’yla başladı. Ancak bu kez hostel’de tanıştığım Avusturyalı grupla birlikte. Bir kısmı, önceki gün ziyaret etmiş, ancak biri Amerika’lı diğeri Avusturyalı çift bugün ilk kez gidiyorlarmış. Yolda ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü sordum, sık sık birbirimizi ziyarete gidiyoruz dediler. Buna çok şaşırdım. Ancak şaşırdım böyle bir şeye nasıl “katlanabildikleri” değil, bütün bu iletişim, ulaşım teknolojilerinin geldiği noktaydı.

Dayanamadım, bütün grubu olduğu gibi meyve pazarına soktum. 1 EUR’lik ananas paketinden aldım, üzerine yine 1 EUR’ya sıkma portakal suyu içtim.

Bu arada yol boyunca bütün sokak sanatçılarının önünde durduk. La Rambla’nın en meşhur şeyi bunlar. İnsanlar bin bir çeşit dekorasyonla sokakta para topluyorlar. Sokak müzisyeni yok denecek kadar az. Ancak özellikle kendini heykel gibi boyayanlar, ani hareketlerle izleyenleri şaşırtanlar sayılamayacak kadar çok. Bunlar önemli bir kısmı yabancı. Zenci ve Uzakdoğulu çok vardı.


En ilginci caddenin sonuna doğru peydah olan “bul karayı al parayı”cılar. İspanyolca konuşuyorlar. Ancak bağırıp çağırmalarından, ses tonlarından, tiplerinden anladığım kadarıyla hepsi Balkan göçmeni. Ortada bir adam fincanları oynatıyor, etrafında toplanmış 3-4 “ortağı” da numaradan fincanların altındaki topları “buluyor”. Görüntüde inanılmaz kolay, kazanmamak işten değil. Ancak kendilerinden olmayan birinin, özellikle bir turistin dikkatini çektiler mi her şey değişiyor. Ortakların kısa sürede 15, 20, 50 EUR kazandıklarını gören turistler 10 ya da 20 EUR yatırıp başlıyor ve tahmin edeceğiniz gibi hemen kaybediyorlar.

Bu kadar bağırış çağırışın arasında, herhalde birileri “cepçi” dedim, çok dikkatli oldum. Ancak galiba curcuna yalnızca bu gösteriden ibaret. Turistlerin para kaybetmeleri de “kazıklanmak” değil, gösteriye dahil olma, gösteriyi yaşama bedeli hissi uyandırıyor.

Caddeyi yine deniz tarafında bitirip, yine Rambla de Mar üzerinden plaja yürüdük.



Plajlar, Barcelona’da en çok şaşırdığım şey oldu. Havaalanından itibaren büyük bir şehir başlıyor, ardından sanayi bölgesi sayılabilecek bir bölge, hemen arkasından büyük binalar, iş merkezleri, ardından tıklım tıklım şehir merkezi, turistik bölge geliyor… Ancak tüm bu curcunayı geçtiğinizde, inanılmaz bir kumsala ulaşıyorsunuz. Hemen ilerisinde büyük sayılabilecek bir liman olmasına karşın, deniz tertemiz.
Birkaç kişiye sordum, burada Barcelona’ya özel farklı bir arıtma sistemi olduğunu, limanın pisliğinin plajlara ulaşamadığın anlattılar. Ne kadar doğru bilmiyorum. Belki de doğal bir akıntı plajlardan limana sürekli hareket halinde. Ancak bir şekilde bu İstanbul’a uygulanabilirse ortaya çıkacak gelişmeyi düşünemiyorum.
Plaj tamamen kumdan oluşuyor. Cumartesi olmasına karşın, rahatsız edecek bir kalabalık yoktu. En az İspanyol kadar yabancı var. Deniz Antalya, Alanya’nın olduğu bölgenin hemen hemen aynısı. Girer girmez hızla derinleşiyor. Su çok tuzlu, ancak çok temiz. Zaten Barcelona, İspanya’nın en güzel, en popüler kumsallarının olduğu Costa Brava’nın güneyinde, hemen bittiği yerde.



Bu arada internet’te epey bir şey araştırdıktan, fotoğraflarına baktıktan sonra, bir sonraki sefere Costa Brava’ya özel bir gezi yapmaya karar verdim!

Plajda gözlerim kapalı güneşlenirken, günün bombası geldi. Kafamın hemen sağ üstünde Rusça bir muhabbet! Ruslar her yerde sözü, her an tekrar ediyor. En son İtalya’nın İtalyan’dan başka kimsenin gitmediği küçücük kasabası Vernazza’da kumsalda yatarken aynı olayın başıma gelmiş olması şaka gibiydi. Olay tekerrür etti.

Şaka maka Ruslar gerçekten her yerde. Rus oligarkları ve 90’dan sonra hızla zenginleşenleri zaten saymıyorum. Ancak ortalama gelir düzeyindeki vatandaşı da öncelikleri arasına seyahati koyuyor. Burada ilgimi çeken nokta, Türkiye’nin bu durumdan hala uzak olması. Görece Türkiye ekonomisi son yıllarda Rusya’yla aynı paralelde yükseliyor. Ancak bu Türkiye’ye ne yazık ki sıfır arabalar, yabancı fastfood, kahve zincirleri, daha pahalı giysiler olarak yansıyor…

Gördüğünüz gibi kumsalda güneşlenirken epey düşünmeye, dünya işlerine kafa yormaya fırsatım oldu.
Akşam sekize kadar kumsaldaydık. Ayrılırken hava hala gündüz gibi aydınlıktı.

Hostel’de “Sangria gecesi” varmış. Sangria nedir? O bölgenin popüler bir içeceği… bir tür meyveli şarap. Kokteyl biçiminde hazırlanıyor. Şarapla birlikte rom da katılıyor. Hostel’in sangria gecesinde, kendi sangria’nızı yapıyorsunuz. Şarapla birlikte bol miktarda şeker katılıyor. bu yüzden sarhoş etmesi muhtemel, özellikle kötü kalitede şarapla yapıldığında.

Sangria gecesi hostel’in teras biçiminde hazırlanmış 3. katında devam etti. Buranın en ilginç özelliği, yine Barcelona’nın simgelerinden olan “Torre Agbar” gökdelenine bakması.  Özellikle gece, binanın ışıkları yandığında, bu inanılmaz bir görüntü oluşturuyor. Torre Agbar, içinde ofisler bulunan 33 katlı bir bina. Hostel’in de bulunduğu Clot semtinde.


Bu arada yeri gelmişken, Barcelona’ya giderseniz mutlaka Barcelona Urbany Hostel’de kalmanızı tavsiye ederim. www.hostelbookers.com ‘daki fiyatı gecelik 24 EUR. Odalar gerçekten modern ve kullanışlı tasarlanmış. Çok temiz. Terasla birlikte dikkat çeken diğer aktiviteler ücretsiz internet (bilgisayarlar yeterli sayıda), yüzme havuzu, odalarda tuvalet ve duş… Hostel’in birkaç şehirde daha şubesi var.

Üçüncü gün (18.07.2010)

Şehirdeki üçüncü günümü “Gaudi günü” ilan ettiğimden, kendi yaptığım sangria’nın da büyük katkılarıyla, erkenden uyudum. Niyetim sabah çok erken kalkıp, yola koyulmaktı.

Ertesi gün 8’de uyandım. Bir önceki gün odama “konuşlanan” kalabalık Brezilyalı grup ortalarda yoktu. Refleksle gözlüğüme, telefonuma baktım yerindeydiler… Yeri gelmişken söyleyeyim, hostel’in güvenlik konusunda da hoş bir uygulaması var. Odalarda yatak sayısı kadar dolap bulunuyor ve bunlar yalnızca girişte bize veriler kartlar okutularak açılabiliyor. Büyüklükleri iyi, büyük bir bavul rahatlıkla sığabilir.

Birçok gezgin, artık hostel’lerde kalmayı, odasını paylaşmayı çok doğal bulur. Ancak bir o kadar da bu fikre soğuk bakanlar var. Yazılarımda yeri geldikçe değindiğim gibi, hostel’le ilgili kafanızdaki önyargıları unutun. Uzun yıllardır hostel’lerde kalıyorum, ne bir şeyim çalındı, ne odama bıçaklı katiller girdi. Zaten belli bir kitlenin tercihiyle sınırlı olduğundan, “kötü niyetli insanlar” hostel’lerde yok denecek kadar az.
Tabii bu, hostel’lerdeki kahvaltının korkunç olabileceği gerçeğini değiştirmiyor! Üçüncü günümde de kahvaltıyı dışarıda yaptım, Gaudi günü’me başladım.


İlk durağım, birinci gün önünden geçtiğim, fakat farkına varmadığım “Sagrada Familia” oldu. Burası bir kilise. Adını Türkçeye çevirirsek: “Kutsal Aile”. Sıradışı görünümü, Gaudi’ye özel mimarisi onu Barcelona’nın çok sayıdaki simgelerinden biri yapıyor. Ancak bence en ilginç özelliği tamamlanmamış ve 2041, yazım hatası değil 2041 yılına kadar tamamlanmayacak olması. Gaudi’nin uzun yıllar planlarını çizdiği, bütün parasını harcadığı ve yapımı sırasında yaşamını yitirdiği Sagrada Familia’nın bugün yalnızca çok küçük bir kısmı tamamlanmış. Uzmanlar, Gaudi’nin planlarına göre yapımı sürdürüyorlar. Bu kadar uzun sürecek olmasının nedeni, çizimlerin doğru yorumlanıp, doğru biçimde inşa edilmesinin zahmetli bir süreç olması.


Bu arada Gaudi kimdir? Antonio Gaudi, İspanya’nın yetiştirdiği önemli kişilerden, mimar. “Art Nouveau” akımının öncüsü olarak kabul ediliyor ve özellikle Barcelona’da çok sayıda yapıtı var.

İspanya’nın resmi Gaudi’nin sitesi: http://gaudicentre.cat/

Gaudi günüm, mimarın sivil mimari örnekleriyle devam etti. Sagrada Familia’ya yürüme mesafesindeki Casa Mila, bence en enteresan olanıydı. Zamanında özel kullanım için yapılan bu bina, bugün de aynı amaçla kullanılıyor. Ancak binanın içi ve terasını kapsayan giriş ücreti 11 EUR. Çok istememe karşın, biraz da protesto havasında içeri girmedim. Casa Mila, 1906-1910 yılları arasında yapılmış. Yine “Art Nouveau”nun önemli bir örneği.

Hemen ilerisinde Casa Battlo bulunuyor. Bu binanın yapımı da 1898 yılında başlayıp, 1906’da tamamlanmış. Zaten Casa Mila, Casa Battlo’yu beğenen bir zengin tarafından sipariş verilerek yaptırılmış.

Gaudi günümde, bir sonraki durak olarak Park Guell’i belirlemiştim. Yazımda sürekli “Barcelona’nın simgelerinden biri…” diyorum. Gerçekten şehrin simgesi diyebileceğim bir çok yapı var. Ancak en çok kullanılan ve kabul edileni sanırım Park Guell’deki ejderha heykeli. Ben de bu en önemli “şey”i en sona bırakmıştım, saat 12’yi geçip, güneş yavaş yavaş alçalmaya başlarken, Park Guell’e doğru yola koyuldum.
Parkın bulunduğu semt uzak. Metroyla gidiliyor. Ancak oraya vardıktan sonra da epey yürümek zorundasınız. Üstelik yokuş yukarı! Neyse ki, yolun önemli bir kısmına yürüyen merdiven yapmışlar. Evet, yokuş yukarı bir yol çıkıyor, ve sokağın ortasında yürüyen merdivenler var. Gökyüzünün altında… Demek ki yağmurdan vs. etkilenmiyor. Bir süre sonra teknoloji bitiyor, ve “yürümeye” devam ediyorsunuz. Neyse ki yokuş boyunca Uzakdoğulu bir öğrenci grubuna karıştım da, sıkılmadan yolu bitirdim.


Park Guell’de yaşadığım ilk duygu, hayal kırıklığı. Kesinlikle turistik bir yere benzemiyor. Ancak parka girip dar ve ıssız patikadan bir süre daha çıktığınızda geniş meydana varıyorsunuz. Burada oturulacak beton bölümün üzerine tamamen mozaik kaplanmış. Bu da “sıkıcı” parkı inanılmaz eğlenceli hale getirmiş. Bu noktadan şehri tepeden izliyorsunuz. Günlerdir tek tük, binaların arasından, dar sokaklardan gördüğüm gökdelenleri, kilise kulelerini, buradan toplu halde görmek olası.

Günlerdir yanıp tutuştuğum ejderha heykelinin yanına vardığımda ise ikinci hayal kırıklığını yaşadım. Bu küçücük, kuru, kavruk heykel nasıl oluyor da bir şehrin simgesi olabiliyordu? Sanırım reklam kampanyaları burada Barcelona’nın önüne geçmiş. Heykelin önünde fotoğraf çektirmek istedim, uzun bir kuyruk vardı! Vazgeçtim, yoluma devam ettim.

Barcelona’da sürekli sokaklarda bir şeyler yapan, gösteri sunup para toplayana rastladım. Bir sürü yerde örneklerini gördüğümden, hiçbirinin beni çok şaşırttığını söyleyemem. Ancak Park Guell’in çıkışında gösterisini yapan bir kız karşısında şoke oldum. Dansöz kız kırmızı dansöz kıyafetini giymiş, sokağın ortasında oryantel gösterisini sunuyordu!


Dönüşte yemek yerken, ertesi günün planlarını yaptım. Barcelona’da geriye tek bir önemli bölge kalmıştı: Montjuic!

Dördüncü gün (19.07.2010)
Şehirdeki dördüncü ve son günüme yine erken başladım.

İşle ilgili tanıdığım, Barcelona’da kuyumculuk makineleri üretip dünyaya satan, bu zamana kadar yalnızca İstanbul’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde fuarlarda karşılaştığım “arkadaşım” Eduardo’yu yerinde ziyaret ederek güne başladım. Tırnak işareti kullanıyorum, çünkü Eduardo Gracia sanırım 80 yaşın üzerinde. Çoktan emekli olup “küçük bir sahil kasabasına” yerleşmesi gerekirken, bu dev sahil kentinde kalıp çalışmaya devam ediyor. Sahibi olduğu firma, dediğim gibi kuyumculuk üretiminde kullanılan makineleri yapıyor. Tüm dünyayla birlikte Türkiye’de de birçok müşterisi var.

Eduardo’nun ofisinde epey oyalandıktan, ve işlerle ilgili bir sürü şey konuştuktan sonra, öğlen yemeğine çıktık. Yürüyerek 30 dakika süren yol, arabayla 10 dakika sürmedi, plajların bulunduğu bölgede, her gün yemek yedikleri restauranta geldik. Az önce sanayi bölgesindeyken 10 dakikada insanların plajda voleybol oynadığı, canlı müzikle birlikte balık yenilen bir yere gelmek, beni gerçekten çok etkiledi. Hep derim, İstanbul’la boy ölçüşebilecek güzellikte bir şehir varsa Barcelona’dır diye. İşte orada anladım bunu.
Üç kişi epey bir şeyler yedik. Çorba, karışık yemek, tatlı, midye, ismini bilmediğim bir sürü İspanyol yemeği. Eduardo 30 EUR hesap verdi. “Neden ucuz?” dedim. “Burada neden ucuz diye sorma, kimseye de söyleme” dedi!

Yemekten sonra arabayla beni Montjuic’e bıraktılar. Bu Barcelona’nın kuzeyindeki bir bölgenin adı… Son yüz yıl içinde gelişmiş bir yer olsa da, aslında tarihi çok eskilere dayanıyor. Burada yerleşim birkaç bin yıl önce, “İberya keltleri” ile başlamış.



1929 yılında Barcelona’da yapılan Dünya Fuarı ve 1992 Olimpiyatları için bu bölgenin önemli yapılar barındırması nedeniyle, epey gelişmiş.

Montjuic’deki en önemli yapı “Palau Nacional” yani Ulusal Saray. Çevresindeki “Montjuic Bahçeleri” de kesinlikle görmeye değer.

Ancak oraya gitmemin asıl nedeni bambaşkaydı. Montjuic’de yer alan ve etrafı surlarla kapatılmış “Poble Espanyol”. Basit biçimde, İspanya çevresindeki yerel mimarinin örneklerin kurulduğu bir alan diyebiliriz buraya. Ancak evler gerçek boyutlarında hazırlanmış ve hepsinin girişinde gerçekten turistlere satış yapan dükkanlar, restaurantlar var.  Tahmin edeceğiniz gibi, özellikle Katalanya mimarisi ön planda. Ancak Endülüs ve Aragon bölgelerinden de bir çok örnek var. Poble Espanol sizi bambaşka diyarlara götürüyor. Burayı “keşfetmem” çok ilginç oldu. Daha İstanbul’dayken, işyerinden komşum nalbur dükkanının sahibi Metin Abi’ye Barcelona’ya gideceğimi söylediğimde “mutlaka Poble Espanyol’a git” dedi. O kadar ısrarlı söyledi ki, aklıma takıldı kaldı. Çok haklıymış, burası insanı başka diyarlara götürüyor!



Poble Espanyol da 1929 yılındaki Dünya Fuarı için yapılmış. Bu organizasyonun bitmesinin ardından kaldırılması planlanıyormuş. Ancak çok sevilmiş ve olduğu gibi bırakılmış. 42.000 m2’ye kurulu 117 yapıdan oluşuyor.





Giriş ücreti 8 EUR’ydu. Biraz çekinerek verdim, ancak sonuna kadar hak ediyor. Hatta söyleyebilirim ki, Casa Mila’nın girişi 11 EUR ise, buranın 100 EUR’dan aşağı olmaması gerekiyor! Tabii bundan çıkartacağımız anlam, Casa Mila’nın girişinin 1 EUR olması gerektiği…
Poble Espanyol resmi web sitesi: www.poble-espanyol.com

Montjuic’deki yolculuğum Plaça d’Espanya’yla devam etti. Burası, pek çok büyük yapıya ev sahipliği yapan bir meydan. Bunlardan en çok dikkat çekeni Venedik’teki St. Marco Meydanı’ndaki büyük bazilikadan örnek alınarak yapılan Venedik Kuleleri. Yine 1929 yılı için yapılmışlar ve Venedik’teki gibi bir değil, iki kule var.

Hemen karşısında ise “Arenas de Barcelona” yükseliyor.

Barcelona’daki son günümde akşam olurken, akvaryum kapanmadan yetişmek umuduyla sahile geri yürümeye başladım. Tüm gezim boyunca olduğu gibi bu uzun yolda yine dondurma yemeyi ihmal etmedim.
Orijinal adıyla “L’aquarium Barcelona”, İstanbul’a yeni gelen dev akvaryumların bir benzeri. Daha önce Cenova’da denk gelmiştim, 17 EUR’luk giriş parası çok yüksek geldiğinden girmemiştim. Ancak bu kez ne yapıp edip girecektim! Neyse ki kapanmadan yetiştim. Giriş burada da 17 EUR’ymuş.

L’aquarium Barcelona, 35 akvaryumdan oluşuyor. Bunlardan biri dev boyutlarda, içinden geçen tünellerde yürüyebiliyorsunuz. 450 çeşitte, toplam 11.000 hayvan barındırıyor.         Çeşit çeşit balıkların yanında denizatı, ıstakoz, midye gibi deniz canlıları var. Çeşitliliğe karar verilirken, Akdeniz sualtı yaşamı temel alınmış. Az önce sözünü ettiğim tünel, toplam 80 metre. Buraya yürüyen bir bant yerleştirilmiş. Dolayısıyla karmaşa oluşmuyor, bir yerde az ya da fazla kalmanız söz konusu değil. Hızı çok iyi ayarlanmış bantın üzerinde durup, içinden geçtiğiniz dev akvaryumu izlemek kalıyor size. Burada en çok dikkati çeken iki tür, köpekbalığı ve dev vatozlar.





Giriş ücretine değer mi derseniz, bence burası için de ücret çok fazla.

L’aquarium Barcelona resmi web sitesi: www.aquariumbcn.com

Barcelona’daki son günüm biterken sırt çantamı almak üzere hostel’e döndüm. Dönüş uçağının saatinin çok iyi olduğunu, bu sayede şehirde dört tam gün geçirebileceğim söylemiştim. 23.55’teki uçağa yetişmek için Katalanya Meydanı’nda yemek yiyip 22.00’da gelirken bindiğim otobüsle havaalanına döndüm.

Vueling’le dönüşte de bir sorun yaşamadım. Uçak zamanında indi. Havaş servisinde eve gitmek üzere Taksim’e doğru yol alırken gerçekten mutlu olduğumu fark ettim. Yalnız yapılan seyahatler genellikle sıkıcı olur. Dönüşte sanki hiç olmamış gibidir, çünkü yıllar sonra geziyi konuşup güleceğiniz birisi yoktur. Ancak Barcelona’da çok eğlendim. Üstelik bu ruh durumum ya da şehirde ilgi alanlarımda olan bir yerleri ziyaret ediyor olmamdan değil, tamamen Barcelona’nın kendisinden kaynaklanıyordu.



Ayrıntılı bilgi için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Barselona (Wikipedia’da Barcelona)
http://www.barcelona.com/ (Barcelona hakkında otel, bilet vs. bulabileceğiniz ticari bir web sitesi)
http://www.turkishairlines.com/tr-TR/destination_guides/city_guide.aspx?kod=BCN (Türk Havayolları’nın Barcelona şehir rehberi)
http://www.fcbarcelona.com/ (Barselona Futbol Kulübü’nün resmi web sitesi) 

1 yorum:

  1. Adsız30.3.13

    ne güzel ,akıcı,samimi anlatmış.Barcelonaya bu yaz ailemle gitmeyi düşünüyordum,kesinleştirdim

    YanıtlaSil