29.11.09

Nairobi, Kenya (Kasım 2009)

Herşey, 10 yıllık arkadaşım Evren'le aramızda çıkan bir kavgayla başladı...

Daha "millenium" olmamış, babam ilkokul arkadaşı, Marco Polo Travel Agency'nin sahibi Nadir Şentürk'le tanıştırmış, o da hemen yeğeni Evren'le tanıştırmıştı beni.

On yıl sonra...

Bir yaz akşamı, Sultanahmet'teki mekanımız "Just Bar"da otururken, Evren'in işinin uçak bileti satmak olduğunu, arkadaşlığımızın 10 yılını doldurduğunu, üstelik bizim daha İstanbul dışına bile çıkmadığımızı farkettim. Sonunda söz Mısır Havayolları'yla Kahire gezisine, oradan da Kahire aktarmalı Nairobi uçuşuna kadar gitti... Uzun süre bu konuda konuşmadık, ta ki ben Facebook'da "Evren Beni Nairobiye götür!" grubunu kurana kadar!

Grubu kurup tanıdığım herkesi davet ettim, kısa sürede 30 üye oldu ve Evren de ısrarlara dayanamadı. Mısır Havayolları'yla başlayan hayalimizi değiştirdik, biriken millerimizle Türk Havayolları'ndan 20.000 puana İstanbul-Nairobi-İstanbul bileti aldık. Çok da güzel oldu!

Türk Havayolları'nın Afrika uçuşlarıyla ilgili çok ilginç bir nokta var...

Biriktirdiğim 20.000 milim vardı. Daha önce Paris iniş Amsterdam dönüş bir uçuş alırım, iki önemli başkenti birden gezerim diye hesap ediyordum. Hemen hemen tüm Avrupa 20.000 mil tutuyor. Ancak Afrika uçuşları çok daha uzağa olmasına karşın, onlara da aynı mili alıyorlar.

THY milinizin yalnız Avrupa'ya yettiğini düşünüyor ve hala nereye gideceğinize karar vermediyseniz Afrika seçeneğiniz olduğunu hatırlamakta yarar var. Nairobi ya da Dakar, bence Avrupa'ya çok iyi birer alternatif.
Yolculuk, her zaman yaptığım gibi bankaların lounge'larında başladı. Daha önce HSBC'nin lounge'ını kullanıyordum. Ancak kredi kartını Çin'de kaybedip, 3 aydır yenisini çıkarmaya üşendiğimden, ilk kez İş Bankası'nınkini kullandım.

Neyse ki yanımda bir arkadaşımı daha getirebiliyormuşum.
Uçuş için bir saat rötar var dediler, sonra düzeltildi, uçak zamanında kalktı. Aylardır Nairobi hayaliyle yanıp tutuşuyor olduğumuzdan yolda epey heyecanlıydık. Çok dalga geçtik, çok güldük. Yemekten sonra sessizleştik...
SkyLife'da THY'nin filosunu incelerken bindiğimiz Boeing 777'ye baktım. Uçuş menzili 4500 küsür kilometreymiş. Karşıdaki ekranda Nairobi'ye olan uzaklığında aşağı yukarı aynı olduğunu görünce "ne oluyor ulan burda?" dedim kendi kendime... Sonra "amaaan onu da hesaplamışlardır herhalde" deyip devam ettim.
Uçağın inişi de gecikmesiz oldu, 02.00'da Nairobi'deydik. Açıkçası epey tedirgindik. Şaka gibi, ama hala Kenya'nın Türkiye'ye vize uygulayıp uygulamadığı ile ilgili bir fikrimiz yoktu. Online check-in yaptığımızdan kontrol de etmemişlerdi. Ancak "geri gönderecek değiller ya" deyip, bu konu üzerine düşünmeyi kesmiştik.
Pasaport kontrolünde hiçbir şey bilmiyor gibi davrandık, polisin ilk sorusu "vizeniz nerede?" oldu. Dedik ki "vizemiz yok". "O zaman şuradan vize formu alın" dedi, gerimizdeki masayı gösterdi.

Vize için 26 USD istediler, EUR verelim deyince 20 EUR dediler. Kenya'ya ayak basar basmaz vizeden 4 USD zarar ederek başladık yolculuğumuza.
Nairobi'nin havaalanı "Jomo Kenyatta International Airport", özellikle Afrika'ya ilk kez gelenler için geceleri korkunç bir yer. Pasaporttan çıkar çıkmaz etrafımızı taksiciler çevirdi. Epey oyalandıktan sonra biriyle anlaştık, siyah camlı bir arabaya götürüp, iki kişi bindiler.

Yola çıkar çıkmaz, artık emindim: Birazdan silahları çekip neyiniz var neyiniz yok diyip bizi soyacaklardı. Yarım saat kadar gittik, şehrin içine girdik. Hangi otelde kaldığımızı sordular. Orada kalmak istemediğimizi söyleyip, başka bir yer bilip bilmediklerini sorduk. Bizi iki kişi için 1000 Şilin (10 EUR) ödediğimiz, merkeze yürüme mesafesinde bir otele bıraktılar.

Daha önce internet'ten oda ayırdığımız otelde kalmak istemedik, çünkü havaalanına ismimiz yazılı kağıtla taksi yollayacaklarını söylediler, yollamadılar.

Otele varmamızla kendimizi yatağa atmamız bir oldu...

Ertesi sabah bağırıp çağıran kalabalığın sesi ile uyandığımızda saat 07.00 olmamıştı. Gürültüler kiliseden geliyormuş. Her sabah 06.00'dan 08.00'a kadar kilisede bir nevi vaaz veriliyormuş. Yalnız vaazın şiddeti inanılır gibi değildi. Video'ya çekmediğime, en azından ses kaydı almadığıma sonradan pişman oldum.

Evren'le oyalana oyalana otelin kahvaltısına indik. Ananas ve mango dilimiyle başlayan kahvaltı omlet ve tereyağı, reçelle devam etti.

Kahvaltıdan çıkarken çok mutluyduk. Afrika'da aç kalacağımızı tahmin etmiştik ama tahminlerimiz boşa çıkmıştı.

Otelden çıkarken dün bizi getiren taksicinin yanında oturan adam lobide bizi bekliyordu. Dün akşam konuşmuştuk, safari alacağınızı söylemiştiniz dedi. Teşekkür ettik, kartını aldık.

Biz otelden çıkarken adam da arkamızdaydı. Bizim için yeni başlayan kabustan henüz haberimiz yoktu tabii...
Adam merkeze kadar peşimizi bırakmadı. Merkezde adamlar birken üç oldu ve yarım gün boyunca bizimle geldiler. Afrika'da ilk günümüz olduğundan bu durum bizi epey yordu.

Bir süre sonra kendi aramızda konuşmaya, arada da "polis" sözü etmeye başladık. Sanırım polise gideceğimizi sanıp ayrıldılar. Onlarla çekildiğimiz fotoğrafları sildirmeyi de ihmal etmediler.Sultanahmet'teki halıcıların turistleri nasıl "rahatsız ettiğini" söyleyen, hatta bunun için olgun ve yalnız İtalyan turist kılığına girip Sultanahmet'e gelip, "her türlü tehlikeyi" göze alan çetin gazetecilerimizin bir ara Nairobi'ye gidip bu durumu da araştırmasını öneririm.

Bir kez safari yapacağınızı anladılar mı, mümkün değil bırakmıyorlar peşinizi! Bu yüzden benzer bir durumda safari'den yeni döndüğünüzü, 4 saat sonra Türkiye'ye uçağınız olduğunu söylemek çok iyi fikir.

Adamları püskürttükten sonra rahatladık. Yemek yiyecek bir yerler aradık. Önce Hilton Hotel'in restaurant'ına girdik. Fiyatlar beklediğimizin çok altındaydı. Ancak Hilton'un Nairobi ruhunu yansıtmadığını karar verip başka bir yer aradık.

Ne yazık ki "Nairobi ruhu"nu yakalayamadık, omlet ve spagetti yedik!
Çıktığımızda, şehirdeki anlamsız ve hedefsiz yürüyümüşümüze devam ettik.

Söylemeliyim ki, Nairobi'ye tam bir kaos hakim. Bunda en büyük pay, "matatu" dedikleri minibüslerin. İstanbul'daki sarı minibüslerle (dolmuşlar değil) birebir örtüşen matatu'ları şehrin her yerinde görmek olası.


Matatu sistemi Kenya'yla birlikte Uganda, Tanzanya, Rwanda, Etiyopya ve birçok ülkesinde daha kullanılıyormuş. Uygulama şekli olarak bizdeki dolmuşlar gibi çalışıyorlar. Ancak dediğim gibi araçlar daha büyük.

Wikipedia'da "matatu" ile ilgili arama yaparken "shared taxi", yani "dolmuş" adıyla karşılaştım. Rusya, Ukrayna gibi eski Sovyet ülkelerinde "marshutka" adı kullanılırken, Güney Amerika ülkelerinde "combi", "collectivo" gibi adlar kullanılıyormuş.

http://en.wikipedia.org/wiki/Share_taxi

Evren'de matatu'ları çok sevdi. Yine de fotoğraf çektirdikten sonra hemen uzaklaştık.

Bu arada, Kenya'da geçirdiğimiz 7 gün boyunca hiç matatu kullanmadık, taksiyle dolaştık. Matatu hem Nairobi, hem Mombasa'da aşağı yukarı 50 Şilin (0.50 EUR) tutuyor. Taksiye ise mesafeye göre değişse de, 300-400 Şilin (3-4 EUR) arasında ödedik.

Havaalanından şehre ise 1000 Şilin (10 EUR) ödüyorsunuz.

Matatu'larla başlayan kaos, trafiğin diğer bölümünde de devam ediyor. Hindistan'daki üç tekerlekli "oto"lardan burada da var. Burada adına "tuktuk" diyorlar. Markaları da aynı: Bajaj.

Bu arada Kenya'da, Hindistan'a dair bir sürü şey gördüm. Hatta Mombassa'da yaşayan dükkan sahibi bir ton Hintliyle tanıştık.

Safariden sonra gideceğimiz Mombasa için tren bileti sormak için Nairobi Tren Garı'na yürüdük. Bu sayede kaostan da kurtulmuş olduk.

Nairobi-Mombasa treni 15 saat sürüyormuş. Daha önce bu yolun 7-8 saat sürdüğünü okumuştuk. Yanılmışız... Dolayısıyla Mombasa hayallerimiz de bir süreliğine suya düştü. Bu konuyu safari'den sonra düşünmeye karar verdik.

Daha önce peşimize takılan "safariciler" tren istasyonundan dönerken de değişik bir kılıkla karşımıza çıktı. Devlet binalarının bulunduğu bölgede fotoğraf çekerken takım elbiseli biri geldi, polis olduğunu söyledi.

Cebinden polis kimliğini "çıkarır gibi yaptı", sonra konuyu değiştirip polis kimliğini bize unutturdu. Ardından, bu bölgede fotoğraf çekmenin yasak olduğunu, "tourist information center"a gidersek (bildiğimiz turizm acentaları orada kendine bu ismi takmış), istediğimiz bilgiyi vereceklerini anlattı. Hatta bir tanesini tanıdığını, bizi götürebileceğini söyledi.

Biz de Türk olduğumuzu, zaten "bu işlerin membağından" geldiğimizi anlatıp, uzaklaştık.

Kenya'da bulunduğumuz zaman boyunca en çok dikkatimizi çeken şeylerden biri "sıkma meyve suları" oldu. Türkiye'de bir iki yıldır olduğu gibi, sokakta, dükkanlarda meyve suyu sıkanlara hemen hemen hiç rastlamadık. Üstelik o kadar tropik meyvenin bulunduğu topraklarda...

Tren istasyonundan dönerken gördüğümüz seyyar manavlardan biri ananas kesip Türkiye'deki gibi parça halinde veriyordu. Dilim ananas yedik. 10 Şilin (0.10 EUR) tuttu.

Akşamüstü dinlenmek için otele geri döndük. Tekrar çıktığımızda güneş batıyordu. Yemeğe Wimpy'deydik. Tavuk yedik!

Nairobi'deki ilk günümüz biterken biz hala ne safari turu alabilmiş, ne Mombasa'ya bilet bulmuştuk. Otele dönerken Evren'in söylediği'ni hala unutmuyorum: Sanki bir haftadır Nairobi'deyiz!

...

Ertesi gün erkenden kalkıp oteldeki kahvaltıyı yaptık. Otelden çıktığımızda bizim safaricilerden biri yine bekliyordu. Hemen fiyat sorduk, bizi "tourist information center"ına götürdü.

Gelmeden de safariyle ilgili epey araştırma yapmıştık. Internet'teki fiyatlar 3 günlük turlar için 650 - 800 USD arasındaydı. Dün fiyat sorduğumuz acentalardan biri de 350 USD + giriş ücretleri (120 USD) demişti.

Bugünkü "safarici"ye, dün çok düşük fiyat bulduğumuz, bize en düşük fiyatı vermesini söyledik. 3 gün için giriş ücretleri de dahil 300 USD dedi. Onu da pazarlıkla 270 USD'ye indirdik.

Nairobi - Mombasa - Nairobi bileti için 205 USD fiyat verdi, onu almaktan vazgeçtik. Para çekmeye bankaya gittiğimiz sırada gördüğüm bir British Airways ofisine girdim, onlara da fiyat sordum. O sırada acentanın adamı da yanımızdaydı, bir şeyler konuştular. Galiba komisyon istedi... British Airways de 200 USD civarında fiyat verdi. Bileti aynı yerden almaktan iyice vazgeçtik.

Safayi grubu Nairobi'den 10.00'da ayrılıyormuş, biz geç kalmışız. O yüzden acentanın arabasıyla bizi ayrıca götürdüler, safari grubunu Nairobi'nin dışında yakaladık.

Safari aracına giden yolda Evren de ben de epey heyecanlıydık! Ne de olsa Afrika'ya ilk seferimizdeydik ve ilk safarimize çıkıyorduk...


Ayrıntılı bilgi için:
http://www.nairobicity.org/ (Nairobi'nin resmi sitesi)

http://en.wikipedia.org/wiki/Nairobi
http://www.lonelyplanet.com/kenya/nairobi

Yazının devamı: MASAI MARA

21.6.09

Costiera Amalfitana, İtalya (Mayıs 2009)

Mayıs ayı sonunda babamla çıktığım gezim Napoli'den sonra Capri Adası'na ve oradan güneye, Costiera Amalfitana'ya (Amalfitana Kıyısı) doğru devam etti.

Costiera Amalfitana, adını aldığı Amalfi de dahil olmak üzere bir dizi tatil kasabasından oluşuyor. Daha önce İtalya'nın kuzeyinde, Cinque Terre'deki gibi burası da daha çok İtalyanların tercihi. Yabancı turistlere kuzeyine göre biraz daha fazla rastlasam da, yollarda yine İtalyanlar çok daha fazlaydı.
Üs olarak seçtiğimiz Napoli'den bölgeye ulaşmanın birkaç yolu var. Deniz yolunu, şehirler arası otobüsleri ya da treni kullanabilirsiniz.

Babam her zaman trenden yana tercihte bulunduğundan gidişte Salerno'ya trenle ulaştık.

Salerno da Costiera Amalfitana dahilindeki tatil kasabalarından biri. Sanırım en büyükleri. Burada bir dondurma yiyip sahilde zaman geçirdikten sonra Amalfi'ye nasıl gidebileceğimizi öğrendik. Yol boyunca kaç tane dondurma yediğimizi hiç hesap etmedim. Ama dondurma bir İtalyan klasiği ve her İtalya gezisinde elimden eksik olmuyor.

Amalfi'ye ulaşım İstanbul'daki belediye otobüslerine benzer bir yolla sağlanıyormuş.

Bu yolun çok büyük bir hata olduğunu sonradan gördük. Otobüs tıklım tıklımdı ve Marmaris - Datça yoluna benzer bir yolu kullanıyor, virajlarla dolu! Uzaklık 30 km. civarında olmasına rağmen, virajlardan dolayı bir saati geçiyor.

Amalfi'ye ulaştığımızda zor indik. Kendimizi gördüğümüz ilk "tea garden"a attık. Birer su içip kendimize geldik.

Amalfi, sahilde küçük bir meydandan başlayıp yukarıya doğru uzanan bir ana cadde biçiminde gelişmiş. Sahil restaurantlar ve kafelerden oluşurken, içeriye uzanan cadde hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu. Kıyıdaki restaurantlar turistik fiyat uyguluyor. Menüler 20 EUR civarında. Yalnızca makarna ya da pizza yerseniz 10 EUR'yu buluyor. Ancak yukarıya ilerleyen caddede küçük pizzacılar var, bunlarda fiyat çok daha düşük. 3.50'şer EUR'ya bu pizzacılardan birinde öğle yemeğimizi yedik.

Babam pizzacıyla epey haşır neşir oldu. Hatta fotoğrafını çekip blog'unun adresini verdi. Mutlaka girip bak dedi. Biz 7 EUR'luk hesabı ödeyip oradan ayrılırken pizzacı epey mutlu görünüyordu.

Amalfi'de en ilgi çeken dükkanlar seramik ürünleri satanlar. Anladığım kadarıyla buraya özgü bir seramik tekniği var.

Seramikle birlikte burada en çok gördüğümüz şey, Capri Adası'ndan da gözümüzün alıştığı devasa boyutlardaki limonlar oldu. Burada limonun her türlüsünü bulmak mümkün. Portakaldan daha büyük boydalar ve bir sürü limon ürünü yapılıyor.

Zaten Amalfi sahilleri, bölgenin ünlü likörü Limoncello'suyla meşhur. Limoncello üretiminin çok büyük bir bölümü burada yapılıyor. Amalfi kıyısında yetişen limonlarlar tipik olarak portakal boyunda, kalın bir kabuğu var ve tadı şekerli. Birçok evin terasında limon yetiştiğini görebiliyorsunuz. Şubat - Ekim ayları arasında teraslar limon kokusuyla doluyormuş.

Yukarı çıkan ana cadde boyunca sağlı sollu küçük sokaklar var. Bu sokaklar Amalfi'nin de tipik bir İtalyan kasabası olduğunu hatırlatıyor.

Aynı yoldan sahile doğru geri dönerken, gelirken gördüğümüz katedrali tekrar gördük. Burası St. Andrev Katedrali, Amalfi'nin tam kalbinde, sahille turistik caddenin kesiştiği yerde yer alıyor. Tarihi 11. yüzyıla dayanan katedral, Barok tarzda yapılmış.

Restaurantların yer aldığı meydandan başlayan merdivenleri dik bir açıyla 8-10 metre kadar yukarıya çıkarıyor. Merdivenlerin hemen bittiği yerde katedralin kapısı başlıyor.

Bence katedralle ilgili en ilginç şey, adını aldığı St. Andrew'in emanetlerinin 4. Haçlı Seferi sırasında Constantinopolis'ten (İstanbul) alınarak buraya getirilmiş olması. St. Andrew'in emanetleri 1206 yılından beri burada muhafaza ediliyor.

Katedralin ardından denize açılan meydandaki duvara oldukça ilginç bir tema işlenmiş. Yapılma yöntemine bakılırsa 30-40 yıllık olduğunu tahmin ettiğim duvar resminde Doğu Akdeniz'le birlikte, Anadolu yönüne ilerleyen bir Türk gemisi konusu işlenmiş.

Amalfi'de hiç durmadan yürüdüğümüz birkaç saat sonunda epey yorulduk, geldiğimizde oturduğumuz "tea garden"da bu kez birer çay içtik.

Gelirken otobüste bilet vermeden seyahat eden, üstelik kontrol için gelen biletçiyi de tatlı dille atlatan zenciyi gördük. Elindeki çantadakileri yere sermiş, satışa başlamış. Senegalliymiş. Babamla epey samimi oldular.

Dönüş yolunda bir kez daha otobüsü çekemeyeceğimize karar verdik ve alternatif bir yol aramaya başladık. Limanda Napoli'ye direkt giden hızlı feribotlar bulduk. 15'er EUR'ya biletlerimizi aldık.
Amalfi'den ayrılırken içimde yine aynı his vardı. Kendine ait bir şeyler bulunan bir yerden uzaklaştığımı söyleyen bir his. Belki köklerimizin Bizans'a, dolayısıyla Roma İmparatorluğu'na dayanmasından kaynaklanan bir his... Belki de doğduğumuz coğrafya itibariyle, hem Doğu'ya hem Batı'ya ait olduğumuzu bir kez daha hatırlatan his...

Amalfi'den ayrılırken hüzünlenmedim, arkama ikinci kez bakmadım. Geri geleceğimi biliyordum...

Ayrıntılı bilgi için:
www.amalficoast.com (Amalfi kıyısındaki küçük büyük bütün köy, kasabalarla ilgili detaylı bilgiyi bulabileceğiniz bir site.)
http://en.wikipedia.org/wiki/Amalfi_Coast

http://en.wikipedia.org/wiki/Amalfi