9.6.12

Cartagena, Kolombiya (Şubat 2012)


Cucuta'dan başlayan 17 saatlik yolculuk sonunda Cartagena'ya ulaştım.

17 saat kulağa ne kadar "zor" gelse de, Latin Amerika'ya yapılan keyifli bir gezide çok da önemi olmuyor. Önceki gün akşamüstü Cucuta'dan Kaan ve arkadaşı Fransisco'nun beni yolcu etmesiyle başlayan yolculuk, öğlen olmadan sona erdi. Yol boyunca en az 20 tane polis çevirme noktası gördüm. 3-4 kez de polis otobüsü durdurup içeri girdi, "arama" yaptı. Yaptığı arama el feneriyle koridoru bir turlamaktan ibaret.

Anladığım kadarıyla bu yoğun "ilgi"nin amacı, ülkedeki devasa uyuşturucu trafiği. Bulunması en zor, en pahalı uyuşturucuları bile istediğiniz miktarlarda ve bedava denecek fiyatlara elde etmek çok kolay olduğundan, kullananların yanında bir sürü de küçük satıcı türemiş. Köylerden taşınabilir miktarlarda uyuşturucu alan ve bunu başka ülkelere götürüp satmaya çalışan Kolombiyalılar var. Tabii bu yer değiştirme en az 20-30 katı değerlenmeyi beraberinde getiriyor.

Yine bu büyük kazançlarla birlikte, cinayetler, ölümler, komplolar da beraber geliyor. Kaan'ın anlattığına göre özellikle ülkenin iç bölümlerinde, sık ormanlardan dolayı polis ya da askerin kontrolü sağlayamadığı bölgelerde inanılmaz bir uyuşturucu hareketi varmış.

Aslında "uyuşturucu ve Kolombiya" benim için apayrı bir yazı, blog yazısı, hatta kitap konusu. Türkiye ve bölgemiz ülkeleriyle ile, politikayla, ekonomi ile ilişkileri göz önünde bulundurularak yazılan bir yazı gerçekten keyifli olur. İleride de değineceğim bu konuya şimdilik son verip 17 saatlik uzun otobüs yolculuğuma dönüyorum...

...

Altyapı olmadığından demiryolları ne Kolombiya, ne Güney Amerika'nın diğer bölgelerinde gelişmemiş. Bu size Türkiye'den tanıdık geliyor değil mi?




Ekonomik durum ve büyük olasılıkla politik ilişkiler nedeniyle, Türkiye'nin son 10 yılda kendini içinde bulduğu "bedava uçuşlar" gibi bir şansı da yok Kolombiya'nın. Dolayısıyla İran'da olduğu gibi karayollarına yüklenilmiş. Tabii yine büyük bir organizasyonluk var. Yollar inanılmaz kötüyken, otobüsler tam tersi çok çok iyiler. Yolculuğumu yaptığım firmanın otobüsü de çok rahattı. "Uçak gibi" derler... Uçaktan çok daha rahattı. Dolayısıyla yukarıda yazdığım polis kontrolleri dışında kayda değer hiçbir şey, hiçbir rahatsızlık olmadan Cartagena'ya vardım.

İlginç olan, İstanbul'dan Bogota'ya olan yolcuğun da aşağı yukarı 17 saat sürmesi...
...

Kolombiya'ya gitmeden önce Cartagena'ya dair hiçbir şey bilmediğimi söyleyebilirim. Birkaç ay önce, bileti aldığımda Lonely Planet'in rehberini bilgisayara indirip gezmeye değer yerleri öğrenmiş, sonra toplamda bir saati geçmeyecek, çok yüzeysel bir araştırma yaptıştım. O ara Cartagena'nın da birkaç fotoğrafını görmüştüm, hepsi bu...

Burası adına bildiğim her şeyi, Cucuta'da bulunduğum süre içinde kısaca Kaan'dan, ardından oradayken yine Lonely Planet'in rehberinden ve internet'ten öğrendim.

Cartagena'yı benim için unutulmaz ve baştan sona "büyüleyici" yapan ise, İstanbul'da Atatürk Havalimanı'nda uçak beklerken bir an aklıma esip yaptığım basit bir şey oldu. Pasaport kontrolünü geçip beklemek için HSBC Lounge'a giderken, her zamanki gibi "bakınmak" için D&R'a uğradım. Kitapların arasında gezinirken, "madem Kolombiya'ya gidiyorum, Kolombiyalı bir yazarın kitabını alayım, yolda okurum" diye aklımdan geçirdim. Gabriel Garcia Marquez'in Kolombiyalı olduğunu bildiğimden, kitaplarının bulunduğu yeri buldum. "Kolera Günlerinde Aşk"ı satın aldım.

O zamana kadar Marquez'in Kolombiyalı olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordum. Kolera Günlerinde Aşk'ı seçmemin tek nedeni ise daha önce adını duymuş olmamdı. Hatta "Da Vinci'nin Şifresi", "Taş Meclisi" vs. gibi popülerleştirilen kitaplardan nefret ettiğimden, Kolera Günlerinde Aşk'ın da bir dönem Türkiye'de bu şekilde satıldığından bir ara satınalıp almamakta kararsız kaldım. Kitabı çantama koydum ve ta Cartagena'ya varana kadar aklımın ucundan bile geçirmedim.


İlginç olan şey, Cartagena'da otele yerleşip, hatta ilk gün gezip günün yorgunluğuyla, otelin kahvaltı yapılan bahçesinde otururken ortaya çıktı. Marquez'in bu kitabı tamamen Cartagena'da geçiyordu. Kitabı okuyup bitirdiğim 4 gün boyunca sürekli kitapta yazan yerlerde dolaştım durdum.

Dediğim gibi bu inanılmaz bir durumdu. O şehirde olup, o şehirde yaşanan, üstelik Marquez'in kitabında uzun yıllara yayılan bir öyküyü okumak, kitaptaki bir sürü yerin önünden geçip sonra tekrar okumak bambaşka bir deneyim oldu benim için...

...

Cartagena'daki ilk günümü neredeyse otel arayarak geçirdim desem yeridir. Tabii bu şehirde otel olmamasından ya da benim otel beğenmememden değil, sırt çantam küçük olduğundan otel işini savsaklamamdan kaynaklandı.

Otel bahanesiyle küçük şehir merkezinin hemen her yerini gezdim. Sonunda, Cartagena'nın tarihi merkezinin içinde kalan Getsemani bölgesinde 40.000 Pezo'ya (Yaklaşık 40 TL), tuvaleti ve duşu da olan tek kişilik bir oda buldum.


La Casona Hostel, bölgedeki pek çok otel, hostel gibi "Kolonyal Mimari" ürünü. Mimari ve yerleşim anlamında Meksika'da Guadalajara'da kaldığım otel birebir aynısı diyebilirim. Üç attan oluşan binanın ortasında geniş bir bahçe var. Odalar giriş kattan itibaren, kapıları bahçeyi görecek şekilde binayı çevreliyor. Tavan açık, bahçe güneş ve yağmurdan korunmasız.

...

Kolonyal mimari doğal olarak tüm şehirde etkisini gösteriyor. Özellikle eski merkez konumundaki bölgenin neredeyse tamamı bu dönemin mimarisiyle dolu. Şehir merkezinin iyi korunduğunu söyleyebilirim. Şehrin nüfusu 1 milyon civarında.

Şehrin tam adı Cartagena de Indias. İspanya'da bulunan, ismini aldığı Cartagena şehrinden ayrılması için bu adı almış. Sanırım "Yerlilerin Cartagena'sı" biçiminde 

Bogota ve Cucuta ile birlikte bir Kolombiya şehri olmasına karşın, Cartagena'nın bambaşka bir "ülke" olduğunu söyleyebilirim. Her anlamda Kolombiya'dan ayrılan bir yer. Tabii bunun en büyük nedeni Karayip şehri olması. Karayip ruhu sonuna kadar hissediliyor. Gelecek yıl fırsat ve uygun bilet bulabilirsem Küba'ya gitmeyi planlıyorum... Bu anlamda Karayipler'in kalbine yapacağım gelecek yılki bu gezi için bir hatırlık oldu Cartagena...





Gün boyunca şehirdeki hayat oldukça keyili. Zamanımın çoğunu tek başıma, sokaklarda dolaşarak geçirdiğinden Cartagena'yı film izler gibi yaşadım. Bol bol gözlem yapma olanağım oldu. Çok fazla konuşmadığımdan, çok izledim, çok dinledim.

Şehrin genelinde "relax" diye tabir ettiğimiz, stressiz, tasasız ortam hakim. Hani herkes emekli olup küçük bir sahil kasabasına yerleşmek ister ya... Cartagena bunun için çok doğru bir yer. Bu açıdan bakıldığında bence tek kusuru fazlasıyla turistik olması. Özellikle eski şehir merkezinde yürüyenlerin en az yarısı turist. Ancak Türkiye'de, Mısır'daki gibi, satıcıların üzerinize çullandığı bir turizm anlayışı gelişmemiş. Bu yüzden turistik ortam çok da fazla hissedilmiyor. Havanın hep aynı sıcaklıkta olması, insanların Karayip genelindeki mutlu ve her an dans etmeye hazır hali, size kendinizi fazlasıyla iyi hissettiriyor.

...

Güneş batarken de bu keyifli ortam devam ediyor. Sokaklardaki insanlar azalmıyor, hatta belki biraz daha artıyor. Akşamdan kalmalar, öğlen sıcağında dışarı çıkmak istemeyenler ve günü plajda geçirenler de görünmeye başlıyorlar.



Akşam dışarıda olduğum günlerden birinde sokak bir sürü sokak müzisyenine, dans grubuna denk geldim. Yerel Kolombiya danslarından oluşan uzun bir gösteri yapan grubun iki dansını izledim.

Saat 10'u geçip akşam geceye dönerken sokaklar tenhalaşıyor. 11'i geçtiğinde iyiden iyiye ıssız bir hal alıyor. Bu durum nedeniyle, Kolombiya'da bulunduğum süre boyunca duyduğum "güvensizlik" hissi, Cartagena'da da kendini fazlasıyla hissettirmeye başlıyor.

Daha önce "tehlikeli" diye addedilen pek çok şehre gittim. Hepsinde de çok geç saatlerde ve pek çok bölgesinde bulundum. Mexico City, Nairobi, Moskova, Rio de Janeiro... Bunların hepsi yüksek suç oranı ile ün salmış yerler. Hepsinde de uzun süreler bulunmama karşın, hiçbirinde, hatta dünyanın hiçbir yerinde gerçekten güvende olmadığımı hissetmedim. Ancak Kolombiya'da durum bambaşkaydı, gezi boyunca hep bir "arkamı kollama" halindeydim.

...


Cartagena'da yapılabilecek en güzel şeylerden biri "Chiva"larla şehir turuna çıkmak.

Chiva, Kolombiya ve Ekvator'a özgü bir otobüs. Bu bölgedeki yoğun dağlık yapı nedeniyle, özellikle And Dağları üzerindeki ulaşımın sağlanması için ortaya çıkmış. Her bölgede kendine özgü karakteristik özellikleri bulunan Chiva'lar oluşmuş. Genellikle, Kolombiya bayrağındaki sarı, kırmızı ve mavi renkleri kullanarak rengarenk boyanıyorlar. Bu bakımdan fazlasıyla Pakistan'daki çeşit çeşit desenle boyanmış kamyonları hatırlatıyor.

Chiva'lar, kamyon şasesinin üzerine tahta ya da metal, yolcu bölümünün oturtulmasıyla oluşuyor ve yolcuların oturduğu yerler bank şeklinde.

Chiva'ları pek çok Kolombiya karikatüründe görmek mümkün. Hani şu meşhur horozu, tavuğuyla otobüs yolculuğu yapan Latin Amerika köylüsü de Chiva'larla resmediliyor sanırım. 

Tarihi 20. Yüzyıl'ın başına dayanan Chiva'ların ilk çıkışı kamyonlar üzerinde değil, at arabası şeklinde olmuş zaten. Tahmin edeceğiniz gibi bugün doğal kullanımı yok denecek kadar az, yalnızca turistik amaçlarla kullanılıyor.

Dönüşte hem Chiva oyuncağı, hem de magneti almayı ihmal etmedim!

...

Cartagena'da da Chiva'larla yapılabilecek bir sürü tur seçeneği mevcuttu. Kaldığım otelden yarım günlük bir şehir turu aldım. Bunun dışında, Cartagena'nın dışına çıkan tur seçenekleri, akşamüstü başlayıp geceyarısına kadar süren içki dahil Chiva turları da seçenekler arasında.


22.4.12

Cucuta, Kolombiya (Şubat 2012)


Hayaller vardır. Herkesin hayali, hayalleri vardır. İlk bakışta tek tük ve büyük şeyler gibi görünse de, üzerinde düşünüldüğünde bunlar çok fazladır ve irili ufaklı her konuya yayılmıştır.

2012 kışına dair beni en fazla "dürten" hayallerimden biri Güney Amerika'da bir yerlere gitmekti. Hedef Güney Amerika olunca, ilk mesele biletlerin fahiş fiyatı tabii. Bu yüzden gezinin daha hayallerini kurarken bile ülke seçmemiş, ülke seçimini uçak biletinin fiyatlarına bağlamıştım.

İçimden geçen fazlasıyla Karayiplerdeki Küba'ydı. Ancak ne yaptım ettiysem 2500 TL'nin altında bilet bulamadım.

Umutsuzca internet'te gezinirken, Iberia'nın sitesinde yalnızca Kolombiya ve Venezüella için 1200 TL gibi bir fiyata rastladım. Almalı mıyım, almamalı mıyım diye düşünürken bu fiyatı kaçırdım tabi. Ancak havayollarının aynı dönemlerde benzer kampanyalar yaptığını bildiğimden, o bölgeye giden havayollarını inceleyip, kısa sürede Air France'dan aynı fiyatı buldum.
Daha sonra uzun uzun bahsedeceğim lise ve üniversite arkadaşım Kaan bir yılı aşkın zamandır Kolombiya'da yaşadığından orada karar kıldım ve Air France'ın da kaçmasına izin vermeden, benim için kısa sürede "büyülü gerçekçi" bir hal alacak bu geziye biletimi aldım!

...


Öncelikle Air France hakkında bir iki laf etmek istiyorum. Geçen yıl Fransa'nın Mulhaus kentinde otel odasında, gece içeri girip, sonra da hiçbir iz bırakmadan çıkan (ve bütün işaretlerin otel çalışanlarının yaptığını gösterdiği) kişilerce soyulmamın ardından yaşadıklarımdan sonra, evet açık açık söylüyorum FRANSA'DAN NEFRET EDİYORUM. Ülkelerle ülkelerin vatandaşları arasında dağlar kadar fark olduğunu bildiğimden, Fransız insanları ile ilgili hiçbir sıkıntım yok. Ancak bu yaşadıklarımdan sonra Fransa ülkesi, benim gözümde, Senegal'den, Kamboçya'dan, Uruguay'dan, Zimbabve'den bir gram daha fazla organize, daha ileri bir ülke değil!

Oteller zinciri diye güvendiğim "Roi Soleil"in otelinde, üstelik gece odamda uyurken soyulmuş, ertesi gün polise gittiğimde ise sigortadan para almaya çalışan dolandırıcı, ahlaksız, sahteci turist muamelesi görmüştüm.

Bu kara olay bir...

İkincisi, hemen hatırlaycağınız Air France 447 no'lu uçuş. Bildiğiniz gibi 1 Haziran 2009 gecesi Air France'a ait, Rio de Janeiro - Paris uçuşunu yapan 447 uçuş no'lu uçak yanlış bir kararla, uçak gövdesinin kaldıramayacağı bir fırtınaya girmiş, denize çakılmıştı. Bu kaza ile dünyada ilk kez Büyük Okyanus'un üzerinde bir uçak kazası oluyordu.

Uçuşum Air France ile, evet. Büyük Okyanus'u geçeceğim, evet. Bu bilgi bile tüylerimi diken diken etmeye yetti. Neyse ki, havacılıktaki "uçağı düşen havayolu en güvenli havayoludur" teorisinden dolayı bu uçuşa oldukça rahat gittim. Tahmin edeceğiniz gibi bir uçağı düşen havayolu denetimlerini en üst seviyeye çıkarıyor, bu da en azından teorik olarak onu, günün en güvenli havayolu yapıyor.

Bu kadar kara haber yeter... Güneşli Kolombiya seyahatine başlayalım!


...

Kolombiya... Aslında hakkında hiçbir şey bilmediğim, bildiklerim filmlerde duyduğum, kitaplarda okuduğum çok kısıtlı, toplasan 10 sözcük etmeyecek bilgiden ibaret Kolombiya. Uyuşturucu, futbol, Medellin karteli, Shakira, belki şu an aklıma gelmeyen üç beş tane daha...

Bir de gitmeden bir hafta önce Lonely Planet'in Guide'ından okuduğum, yine kısıtlı bilgiler.


Yolculuk keyifli başladı. İstanbul-Paris hızlı geçti. Her zamanki gibi uçuşun çoğunluğunu uyuyarak geçirdim.

Paris'te transfer otobüsünde benim gibi Bogota'ya giden iki Türkle tanıştım. Bir tanesi "abi yazacağım bunları, kitap yapacağım" deyince dayanamadım, dönüp yazar mısınız, gazeteci misiniz, onun için mi gidiyorsunuz diye sordum. Yok, biz futbolla ilgili gidiyoruz dedi. Öyle deyince futbol yazarı olduğunu tahmin ettim. Önyargı işte!

Konuştukça sohbet ilginç bir hal aldı. Futbolcu transferiyle uğraşıyorlarmış. Anladığım kadarıyla aracılık yapıyorlar. Kolombiya'ya futbolcu "ithal etmeye" gidiyorlarmış. Çok ilginç anılarını anlattılar. "Aurelio'nun menejeriyle beraberken... Bir gün yine Brezilya'dayım..." cümleler birbirini kovaladı. İtiraf edeyim, onları yarı inanmış dinledim, ta ki bir tanesi Business Class'taki koltuğuna oturana kadar...

11 saatlik Paris - Bogota uçağında yolculuğun çoğunu yine uyuyarak geçirdim. Yalnızca yemek saatleri ayaktaydım.

Bogota'ya vardıktan sonra aynı havaalanının içinde iç hatlara geçip, az önce söz ettiğim arkadaşımın yaşadığı Cucuta'ya iç hat uçuşumu beklemeye koyuldum.


LAN Havayolları, Güney Amerika'nın pek çok ülkesinde faaliyeti bulunan popüler bir havayolu. Adının Türkçedeki anlamı nedeniyle, fotoğraflarımı gösterirken LAN'ın uçağını kim görse en azından gülümsüyor.

Sanırım 3 saat sonra LAN'ın pervaneli uçağı ile tekrar havadaydım.


Uçuş bir saat sürdü. Güneş battıktan hemen sonra Cucuta'ya sorunsuz bir şekilde indik. Bogota'da uluslararası bir havalimanında olduğumu düşünürsek, henüz Kolombiya'ya varmış sayılmazdım. Cucuta havalimanından sırt çantamla sokağa çıktığım an gerçekten Kolombiya'ya varmıştım.

Burayı tercih etmemin gerçek nedeni olan arkadaşım Kaan havalimanının hemen çıkışında beni karşıladı.

Kaan hem liseden hem üniversiteden arkadaşım. Ne parlak bir öğrenciydi, ne de sosyal bir öğrenciAncak Kaan, hayatta gerçekten kıskandığım tek insan. 

Bu durumun hikayesi 3-4 yıl öncesine dayanıyor. Kaan'la yıllarca görüşmedik. Çok uzun bir süre zaman zaman yalnızca MSN'de selamlaştık, konuştuk. Küçük bir kira geliri olduğunu, bu yüzden iş seçimi konusunda hepimizden daha özgür olduğunu zaten biliyordum. Yine çalışmadığı bir dönemde, yine MSN'de konuştuğumuzda, madem kira gelirin var neden tropik bir ülkeye yerleşmiyorsun, diye sormuştum. Nasıl yani? dediğinde, küçücük bir düzenli geliri bile olsa Ekvator, Peru gibi yoksul ülkelerde çok keyifli bir hayat sürebileceğini, üstelik geri gelirken İspanyolcayı ana gibi bileceğini, gelip burada turist rehberliği yapabileceğini, keyfine keyif katacağına anlattım. Bu kısa bir konuşma oldu, konu orada kapandı.

Kaan'la yine uzun zaman buluşmadık, konuşmadık. Bir gün yine bana MSN'den selam verdi ve bil bakalım neredeyim dedi: Atatürk Havalimanı'nda Bogota uçağını bekliyormuş! Küçük bir fikrin bu kadar sürede düşünülüp, uygulamaya dönüşmesine çok şaşırdım. Ve dediğim gibi, hayatımda ilk kez birini gerçekten kıskandım!


Kolombiya yolculuğuna çıktığımda, Kaan orada bir buçuk yıl geçirmişti. Bogota'da bir yıl kadar yaşamış, sonra uzun bir Venezüela yolculuğuna çıkmış, dönüşte de tesadüfler zinciri sonucu bu küçük şehri bulmuş, çok sevmiş ve yerleşmiş.

Dediğim gibi beni havaalanında karşılayan da o oldu. Akşam sekizde evine gittik. Dokuzda tekrar dışarı çıkmıştık. Uçuş bu kadar uzun olunca, tabii benim de uçuşlarda her koşul ve sürede sorunsuz uyuma özelliğim olunca, yorgunluk diye bir şey söz konusu olmadı.

Cucuta'nın en büyük özelliği sınır şehri olması. Venezüela sınırında. Hatta öyle ki, şehrin sınırları Venezüela'ya dayanmış. Nasıl ki Türkiye'de Gaziantep ile Suriye bir sürü ticari ilişki içindeyse, özellikle kaçak biçimde Cucuta'dan Venezüela'ya yoğun bir ticari trafik var.





Venezüela diyince akla gelen ilk şeylerden biri ucuz petrol. Öncelikle bu durum kendini Cucuta'da hissettiriyor. Bu küçük sınır şehrinde benzinci yok. Benzin, ülke genelinden çok daha ucuz fiyata ve yol kenarında bidonla bekleyen kaçakçılar tarafından satılıyor. Bu benzin, bagajı komple boşaltılıp depoya dönüştürülmüş eski Amerikan arabalarıyla Kolombiya'ya sokuluyormuş. Yine bu arabalar Cucuta'dan Venezüela'ya yolcu taşımasını sağlıyor.




Cucuta'dan Cartagena'ya gitmek için otobüs garına gittiğimde bu arabaları da görme şansım oldu. Bu arabalar Makedonya'dan İstanbul'a yolcu taşıyan, aslında yolcu değil dev deposunda ucuz benzin getiren otobüs firmalarını hatırlattı bana. Resmi olarak çalışan arabaların yanında, şehirde bulunduğum süre içinde de bir sürü Venezüela plakalı araba gördüm. Aynı şekilde arabaları Venezüela'dan almak da büyük vergi avantajı sağlıyormuş. Yalnızca Cucutalılara Venezüela kayıtlı araba kullanma hakkı veriliyormuş.

...

Cucuta'da turistik aktivite yok gibi bir şey. Durum böyle olunca Kaan'la birlikte bol bol şehrin caddelerini gezmek kaldı bana.





Cucuta'da en dikkat çeken şeylerden biri minibüsler. İstanbul trafiğini "doğrayan" minibüslerden hiçbir farkı yok bunların. Her yerden yolcu alabiliyor, her yerde yolcu indirebiliyorlar. İstanbul'daki gibi şöför viraj dönerken para üstü verebiliyor.

Şehrin en büyük meydanında büyük bir alışveriş merkezi var ve bu Cucutalıların gurur kaynağı. Alışveriş merkezinin giriş katındaki "Juan Valdez Cafe"de her gün en az bir saat oturduk. Juan Valdez, Kolombiya'nın "Kahve Dünyası". Ülke kahvenin anavatanı olunca Starbucks, Gloria Jeans gibi kahve zincirleri de burada başarılı olamamış.


Bu arada Juan Valdez, hayali bir karakter. İlk kez 1959 yılında Kolombiya Ulusal Kahve Yetiştiricileri Federasyonu'nun reklamlarında kullanılmış, daha sonra çok sevilmiş. Kolombiyalı kahve yetiştiricilerini temsil eden bu karakter daha sonra da Juan Valdez kahve zincirinin logosu olarak kullanılmış. Ayrıca bütün süpermarketlerde Juan Valdez kahve paketlerine rastlamak mümkün. Ben de dönüşte evdekilere götürmek üzere birkaç paket Juan Valdez aldım.



 

Cucuta'da dikkat çeken bir diğer nokta gece hayatı. Kısıtlı zamanımdan dolayı çok fazla yer görme olanağım olmasa da, Kaan'ın söylediğine göre şehrin gece hayatı ülkede dillere destanmış. Hatta en son Kaan, sırf gece hayatı temalı bir blog hazırlamayı düşünüyordu. Ne oldu, bilmiyorum.

Cucuta'da hayat gece yalnızca eğlence mekanlarında değil, her yerde devam ediyor. Gündüz market görevi gören yerler gece güvenlik için parmaklıklarını kapatıp, müziği açıyor ve bira satmaya başlıyorlar. Kısa sürede hepsinin çevresi kalabalık gruplarla doluyor.


Bu arada Kaan'ın hem Kolombiya hem komşu ülkelerde yaşadıklarını anlattığı bir gezi blog'u var:

...

Cucuta'da 3 gün kalmama karşın, çok fazla bir şey görmedim. Tabii bu yukarıda yazdığım gibi bu, şehrin hiç turistik bir yer olmamasından kaynaklanıyor.

Neyse ki Cucuta'da bulunduğumuz süre boyunca Kaan'ın bir sürü arkadaşıyla tanışma fırsatım oldu. Evlerine gittik, aileleriyle akşam yemeği yedik, tatil olan pazar gününü birlikte geçirdik. Bu sayede Kolombiyalıların, Cucutalıların yerel hayatlarını da görme, yaşama fırsatım. oldu. 



...

Kolombiya gezimin birinci bölümü olan Cucuta'yı ziyaretim, şehre varışımın 3. akşamı bitti. Otobüs ile, Kolombiya'nın Karayip kıyısındaki şehri Cartagena'ya gitmek için gara geldim ve kolay unutamayacağım 17 saatlik otobüs yolculuğu başladı...

DEVAM EDECEK...

1.1.12

Halep, Suriye (Temmuz 2009)


Şimdiye kadar sitede iş ile ilgili gittiğim gezilere hiç yer vermemiştim. Ancak turistik gezilerimden çok daha fazla olduğunu ve diğerlerine kıyasla çok daha alakasız, enteresan yerlere gittiğimi düşünerek, zaman zaman iş gezilerime de yer vermeye karar verdim.

Eski fotoğrafları karıştırırken, komşumuz Suriye'ye 2009'da yaptığım bir buçuk günlük gezimi hatırladım.

O gezide hiç iş olmadığını söyleyebilirim. Üstelik çok kısaydı ve iş ile ilgili olduğundan şehri gezme fırsatı bulamadım. Ancak kaldığımız oteldeki kahvaltı bile bu geziye değerdi!

Halep, Suriye'nin ikinci büyük kenti. Bizim için en önemli özelliği, Türkiye'ye komşu olması. Gaziantep ya da Kilis'ten araçla bir saatten az zamanada ulaşılabiliyor.

Şehirde düzenlenen bir fuarı ziyaret etmek için gittim. Katılımcı olmadığımdan, yarım günün bile yeteceğini düşerek geziyi kısa tuttum.

Halep'e Ersan Abi ile beraber gittik. O da bir başka firmada, benim yaptığıma benzer bir işte, ihracat bölümünde çalışıyor. Onun da Suriye'ye ilk gidişiymiş...

İstanbul'dan Halep'e gitmenin en ideal yolu uçak ile Gaziantep'e gidip, oradan taksi tutmak. Yanlış hatırlamıyorsam Onur Air'den iç hat bilet alıp sabah çok erken saatte Gaziantep'e geldik. Burada kahvaltıyı yapıp, Halep için taksi aramaya başladık.

Gaziantep'ten taksi ile Kilis'e gidiyorsunuz. Burada Kilis-Halep arası dolmuşluk yapan normal plakalı arabalar var. Bunlara araç için toplam ücreti ödeyerek beklemeden gidebiliyorsunuz. Yine yanlış hatırlamıyorsam Kilis-Halep için 50 Dolar gibir bir para alıyorlar.



Halep'e vardığımızda sabah saatleriydi. Sakin bir yer... Ortadoğu kenti olunca, kalabalık, kaotik bir yer bekliyordum, ancak öyle değildi. Sanırım Cumartesi günüydü, bu yüzden de şehir normalden daha durgundu sanıyorum.

Halep Türkiye'ye kıyasla çok ucuz. Yemeklerin ne kadar ucuz olduğunu söylememe bile gerek yok... Kesinlikle kıyaslama yapılamaz. Yemek kültürü Gaziantep mutfağına oldukça yakın. Et çok fazla kullanılıyor.

Adını hatırlamadığım, kaldığımız 4 yıldızlı otel de, sunduğu hizmetten beklenmeyecek kadar ucuzdu. İki kişilik oda için 100 Dolar'a yakın bir para ödedik. İstanbul'da bile bu standarttaki otellerin 300 Dolar civarında olduğunu sanıyorum.

 



Otelin görünümü oldukça eski. Tadilattan geçmiş... Mimari oldukça farklı. Yine Güneydoğu Anadolu bölgesinin mimari özelliklerine çok

Otelden çıktıktan sonra da, aynı mimari tarzı bir süre devam ediyor. Sırf otelin kullanımına ayrılmış çok dar sokaklardan geçerek şehre çıkabiliyorsunuz.



Halep'in merkezi Kapalıçarşı ve çevresini andırıyor. Tadilattan geçmemiş çok sayıda bina var ancak modernize edilmiş otel, iş merkezi, kafe, lokantaların sayısı da azımsanacak gibi değil.


 
İlk gün Halep'i çok fazla gezdiğimizi söyleyemem. Geliş amacımız olan fuara gittik, gezdik.

Bu fuar birkaç yıldır düzenlenen Halep kuyumculuk fuarı. Ancak ne Türkiye ne de kuyumculuğun ileri olduğu başka hiçbir ülke ile karşılaştırılamayacak kadar küçük bir fuardı. Büyük bir otelin alt katında, bu işler için ayrılmış bir salonda yapılıyordu ve katılımcı sayısı 20'den fazla değildi.

Asıl amacım fuarın yeterli potansiyelde olup olmadığını görmek, uygunsa bir sonraki yıl katılmaktı, ancak kesinlikle böyle bir şeye gerek olmadığına karar verdim.

Fuara da tekrar gitmememiz gerektiğini anlayınca, Halep'teki ikinci ve son günümüzü şehre gezmeye ayırdık.


 İkinci günümüz, yazının başında sözünü ettiğim kahvaltıyla başladı. Bilmem, belki abartıyorum, belki gerçekten öyleydi, otelin sabah kahvaltısı unutulmayacak bir şeydi.

Özellikle yoğurt ve üzümler, sanırım bu bölgeye özel olduğundan, benim için unutulmaz bir taddaydı. Dediğim gibi iş anlamında burada hiçbir şey olmadı, şehri adam gibi gezebildiğimi de kesinlikle söylemem. Ancak sırf kahvaltı sayesinde bu geziyi çok çok iyi hatırlıyorum.


Halep'teki gezimiz yine merkezde başladı. Burada çok sayıda kilise var. Ülkenin genel nüfusu müslüman olmasına rağmen, sanırım buradaki Hristiyanlar da hiçbir sorun, çatışma vs. yaşamıyorlar.


Şehrin en çok ilgi çeken yerlerinden biri tartışmasız kafeleri. Bir kısmı Avrupai tarzda dekore edilmiş, bir kısmı ise Beyazıt'taki Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ni andıran çok sayıda mekan var.



Çok kısıtlı bir zaman orada bulunmama ve yapmam gereken turistik gezinin en fazla yüzde beşini yapabilmeme rağmen, Halep'ten keyif aldığımı söyleyebilirim.

Turistik bir gezi için de iyi bir destinasyon olacağını sanıyorum. Gaziantep'ten bizim yaptığımız yolla ülkeye giriş yapıp, Halep, ardından deniz kıyısındaki Lazkiye üzerinden güneye doğru Şam'a toplam 4-5 günlük bir gezi hem keyifli hem ekonomik olacaktır sanıyorum.

Ülkenin vize istememesi gezginler için büyük avantaj.

Bu arada 2009'da gittiğimde Türkiye ile Suriye arasında hiçbir sorun yoktu. Yine Suriye'de bugünlerde olan iç çatışmaların hiçbiri yoktu. Bu tarz gelişmelerin genellikle yapay ve geçici olduğunu göz önünde bulundurursak, Suriye'nin Türkiyeli gezginler için hep ideal bir destinasyon olarak kalacağını sanıyorum...


 Ayrıntılı bilgi için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Halep